28 Mart 2012 Çarşamba

dehlizlerde biten ışık

Midemin bulanmasına yol açan şeyin, parça parça olmuş kirli kumaşın arasından süngeri görünen şahin marka taksinin koltuklarına sinmiş leş gibi sigara kokusu mu, yoksa dakikalar sonra karşılaşacağım manzaranın belirsizliğinin verdiği heyecan mı olup olmadığından emin değildim. Neyse neydi. Beni asıl kaygılandıran kusma isteğimin ilerleyen dakikalarda daha da şiddetlenip şiddetlenmeyeceğiydi. Başımın ağrısını bile bastırıyordu bu bulantı. Gözlerimin hemen üzerine konuşlanmış kahrolasıca ağrı otobüsten inip, sis ve zehir gibi bir soğuğun sarmaladığı bu kurak şehirle tanıştığım ilk dakikalardan itibaren oradaydı. Bunun gece boyunca bölük pörçük ve kâbuslarla dolu bir uykunun sonucu olduğu aşikârdı. Ağrının kaynağı meslek hayatımla ilgili kaygılı düşüncelerimin ağırlığı olamazdı; bundan emindim. Çünkü muavinin henüz bavulumu ona teslim ederken, varacağım kasabada beni nelerin beklediğiyle ilgili sarf ettiği acımasız sözlerine karşın, kendime her şeyin üstesinden geleceğime dair inancımı bu kez öncekilerden daha güçlü bir şekilde tekrar hatırlatıp hiçbir olumsuz şey düşünmemeye karar vermiştim. Hemen ardından derin bir nefes alıp başımı uzun yol otobüsünün rahat koltuğuna dayamış ve yola çıkmadan önce yenilediğim mp3 müzik listesinin keyfini çıkarmaya başlamıştım.         

Bundan sonra uykuya dalmış olabileceğimi sanıyorum çünkü şehirlerarası bir otobüste atandığım şehre doğru yolculuk yaptığımın yeniden farkına vardığımda, kulağımda Morrisey’in hüzünlü sesini barındıran ve listede az önce dinlemekte olduğumu hatırladığım parçadan en az 4-5 parça ötede olan o parça yankılanıyordu: I know it’s over.  “I know it’s over, still I cling. I dont know where else I can go. Over… over… over…” İçimde bir gümbürtünün koptuğunu duydum.  Yüreğimden koptuğunu hissettiğim o şey her neyse içimdeki dipsiz kuyuda yalpalaya yalpalaya ilerlerken canımı fazlasıyla yakıyor ve duvarlarına çarparken çıkardığı gürültü kulaklarımı sağır ediyordu. “Kahretsin! Bu şarkıyı bu listeye ekleyenin..!”  Artık çok geçti; uyuyan dev çoktan uyanmıştı. Böyle bir acıyı- ki hiç yabancı değildi; son altı aydır sık sık yokluyordu zaten-  yeniden tattıktan sonra içimin duvarları hala için için harlanırken zihnim bir tür berraklığa kavuşur ve O’nu izlemeye koyulurdu. Her ayrıntısını..: Yüzümü yalımlayan, içimi oyan, dilimin kötürüm kelimeler üretmesine neden olan bakışları; geçmiş karşıma cebrailce konuşurken , zangır zangır titreyen vücudumu örtülmeye  muhtaç kılan ses tonu; arasında sigaranın öpülüp başa konulası bir nimete dönüştüğü uzun parmakları…

“..and it never really began. But in my heart it was so real...” Evet, başlamadan bitmişti; bitmek zorunda kalmıştı. Şu aptal atama! Yıllardır yaşadığım ve artık beni boğuyor diye şikayet edip durduğum şehri cennete dönüştürene kadar ‘Varlık’ı,  nasıl da aptal bir saplantıyla atama haberi beklediğim günleri hatırlıyorum da… Uzun süredir hayalini kurduğum yeni bir şehir, yeni insanlar, yeni yaşantılar hepsi yerin dibine batsındı! Tanrı biliyor atandığım haberini aldığım o ilk dakikadan bu yana hissettiklerimin, hakkında ‘sürgüne gönderilme’ hükmü verilmiş bir mahkumun hissettiklerinden farkı yoktu! Bunu itiraf ederken kendimden, benciliğimden nefret ediyordum: Devletin atama kararının zamanlamasına da, zoraki yaptığım tercihlerimden birinin tutmasına da lanet etmemin tek nedeni, O’nun nefes aldığı şehirden başka bir şehre atanmamdı! Açıkçası Tanrı’nın bana geldiğim şehrin kıymetini bildirmek ve senelerdir oradaki yaşamıma dair sürdürdüğüm şükürsüzlüğümü cezalandırmak için seçtiği bu yol gücüme gidiyordu. “En azından O’nu tanımak için fırsat yaratmasına dair ettiğim dualar kabul olsa…  Ne diyorum ben?!  Bu neyi değiştirirdi ki!“ Düşüncelerimden sıyrılıp yaşlı şahinin ne kadardır yol aldığını öğrenmek için saatime baktığımda saatin 2’yi geçtiğini görüp şaşkına döndüm;

 Aksaray’a geleli 8 saat olmuştu bile! Neredeyse yarım saattir bu külüstürün atmosferini soluyordum; şehir merkezine yarım saat uzaklıkta bir yer… Kim bilir neye benziyordu.  Burada geçireceğim günlerin de bu kadar çabuk geçmesini diledim elimde olmadan ve tüm kalbimle…  Taksimetrenin ne kadar yazdığı umurumda bile değildi, yeter ki şu kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki okula bir an önce varsındı. Az önce değindiğim karmaşık hislerimin ağırlığından ve dokunsalar gözlerimden yaşların boşalmasına neden olacak üzerimdeki şu aptal hassaslıktan olsa gerek, taksi şoförünün kayıtsız, memnuniyetsiz ve aksi surat ifadesini bile üstüme alındığımı hatırlıyorum. En azından gri, sevimsiz, insana güven vermeyen bu şehir hakkında yeni atanan bir öğretmene anlatacak bir şeyleri olmalıydı. Şehrin sınırlarının berisinde var olduğundan şüphe duyduğum güzelliklerinden haberdar ederek beni utandırmalı; içimin bir parçada da olsa rahatlamasını temin edebilirdi mesela. Buna ihtiyacım vardı. Kahretsin, buna ihtiyacım vardı! Bu şehre adım attım atalı karşılaştığım her insandan içten içe,  sudan çıkmış balığa dönmüş perişan halime acıyıp (evet, acıyıp!), yol göstermelerini beklemiş; ağızlarından içimin burukluğuna teselli olacak bir iki çift laf çıkmasını dilerken bulmamış mıydım kendimi?

Kendimden utanıyordum: yetersizliğimden;  artık geride kaldığını bildiğim yaşantıma duyduğum burnumun direğini sızlatan özlemden;  Allah’a beni O’nu görmekten sonsuza dek mahrum ettiği için dillendirilmemiş olan isyanımdan;  bir ara köpekler gibi dilendiğim atama gerçekleştiği halde kalbimde bir sevinç kırıntısı dahi hissedememe nankörlüğünden, hayata karşı hissettiğim bu önü alınamaz öfkeden; bundan sonra artık hiçbir canlıyı sevemeyeceğime dair sarsılmaz inancımdan;  küçük küçük masum çocukların emanet edileceği böyle alçalmış, nefret dolu bir öğretmen olmaktan… Utanıyordum. Soluk sarılı şahin Hasan dağının 4 kilometrelik eteğinin sonundaki son virajı döndüğünde karşılaştığım manzara kendime tekrar  “Ne yapıyorum ben?! ” sorusunu sormama neden oldu.”Napıyorum, napıyorum?!” Ve öğretmencilik oynamaya kararlı bu koca kafalı inatçı kız, onu öğretmenlikten başka daha birçok şeyin beklediği gerçeği ile ilk kez bu kadar somut bir şekilde karşılaşınca nefretinin kalbine sığmayıp taştığını ve tüm vücudunu esir aldığını hissetti. Burdan kurtulmanın bir yolu olmalıydı!
                                             Bilgin










the Blind ( Bitmeyen bir romanın ilk 2 bölümü.2008den)

Saplantılarım var inkâr etmiyorum. Ama gördüklerimin hayal ürünü olduğunu asla düşünmedim. Sadece öyle olmasını umdum. Yoksa yaşayabileceğimi sanmıyorum. İnsanlar benim gördüklerimi görseler bir daha kahkaha atabilirler miydi acaba. Benim gördüklerimi yani bir körün gördüklerini. Hiç düşünmemiştim ki böyle olacağını, ne kadar az düşündüğümü de düşünmemişim zaten. Her neyse sadece yaşadıklarımı kağıda dökeceğim.belki birileri inanır.

Göremiyordum. 13 yaşından beri böyle. Talihsiz bir kaza diyebiliriz. Sadece şaka yapmak isteyen koca göbekli abim altımdaki halıyı çekerek sırt üstü düşmeme neden oldu. Beyinciğim hasar görmüş. Futbol maçında düşerek belden aşağısını felç eden bir adam tanıyorum. Görmesem asla inanmazdım. Bu da öyle bir şey olsa gerek. Basit bir düşme ve hayatım kararıyor. Şimdi 26 yaşındayım. Her şey çok farklı: 13 yıl boyunca ailem bütün doktorlara tedavi yöntemlerine başvurdu.(sonra noldu kodumu çocuğu. Buraya kadar berbatsın. Bakalım daha berbat yazabilecek misin)
ben de kendi yöntemimi buldum: cinler. O yaşlı melun şey yardım etti bana ve hayatımı kâbusa çevirdi. Gecelerim cehennemde gündüzlerim de dünya cehennemindeydi.
işe yarayacağını biliyordum. yani onları çağırdığımda gelecekti ama lanetli bir tane de gelebilirdi. Bu riski göze aldım. Başka çarem yoktu ki. Görmeyi o kadar çok istiyordum ki. Eskiden görebildiğim renkleri tekrar görebilmeyi. Yıldızları seyredebilmeyi. O kadar uzun süre geçmişti ki bu karanlığa gömüleli artık rüyalarım da karanlıktı. Eğitimimi körler okulunda kabartma harfleri okuyarak geçirdim. Sonra da bi ton kabartma kitaplardan oluşan bir kütüphane kurdurttum. Ailem bunu seve seve yaptı. Masraftan kaçınmadılar. Kör bi çocuğu intihar etmekten uzak tutacak ne varsa yapmaya hazırdılar. her türlü kitap vardı kütüphanemde. sadece benim için hazırlanmıştı bu kitaplar. Ben de özellikle mistik kitaplar istemiştim. Metafizik yaratıklardan medet umuyordum. Günlerimi okuyarak geçiriyordum. kimi zamanda başkalarına okutuyordum. Sadece bana kitap okuması için tutulmuş bir hizmetçimiz bile vardı. Ailem varlıklıydı. ama o kadar varlık içerisinde renkleri satın alabilecek bir bedel ödeyemiyorlardı…(bilmem daha ne kadar yazarım bunu)
ben de cin çağırdım. Bu kadar basit. Çoğunuz inanmayacağı bir şey tabi. Ama duymayan yoktur nasıl cin çağrılır. Bazılarının ruh çağırma dediği olay. Fincanı koyar sonrada harflerin üzerinde dönmesini beklersiniz. Pratikte böyledir. Tabi daha farklı yöntemleri de var ama bu en bilineni.
bunun öncesinde yaptığım hazırlık dönemi var. bir haftamı hiçbir şey yemeden sadece 3 bardak suyla geçirdim. Bu bildiğimiz dünyadan kopmamı ve ruhların kapısına yaklaşmamı sağladı. Kimsenin olmadığı nadir gecelerden biriydi final gecesi. Çatı katındaki odamda tam da gece yarısında başladım. Tek başımaydım. Biraz gergindim. Cinlerin insanları ele geçirebileceğini ve çıldırtabileceğini biliyordum. Ya geri gönderemezsem diye korkuyordum. İlk önce birkaç Arapça cümle söyledim ve gelmesini bekledim. Geldi… Önümdeki fincan deli gibi dönüyordu. Yüreğim yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Sonra yazılarla benden ne istediğini sordu. Gözlerimi dedim. “Gözlerin herkesin gördüğünün ötesini de görecek” dedi. O sırada bunu sadece çok sağlıklı gözlere kavuşacakmış gibi algıladım. Ve gitti. Bu kadar basit olduğuna inanamıyordum. Artık gecenin karanlığını görüyordum gördüğüm ilk şey karanlıktı ama olsun. yine de görüyordum.(biraz daha detaylara girmek isterdim ama ne bileyim ayrıntıya girmek istemiyorum.hikaye yazmak aslında sandığımdan zormuş.istediğim sabrı gösteremiyorum.hikayemin bu kadar sıkıcı olacağını tahmin etmemiştim.biryerlerde yanlış yapıyorum.ben gördüğüm yanlış ise özetmiş gibi gitmem.biraz daha detaylara girerek daha inandırıcı kılabilirim.)
Mutluluktan uçuyordum. Kolayca işi halletmiştim. Artık görüyordum renkleri her şeyi. Artık kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu. Hemen kendimi sokağa attım ve koşmaya başladım. Koşmak bir göre değildir bilirsiniz. Artık ben kraldım. Eve geldiğimde çok yorulmuştum ve hemen yatağa daldım.

BÖLÜM II. KABUS

 Ve kâbus başladı. Kızıl demir bir kapının önündeydim. Sıcaklıktan dolayı kızıllaşmış bir kapı. Aslında bildiğimiz demir değildi. Eriyen bir kapıydı bu ama sürekli yenileniyordu. sürekli akan küçük bir şelale düşünün akan su değildi erimiş demir.fark sadece bu.Ve kapının üzerinde bir işaret vardı. Bu işareti tanıyordum. Hayatımın çoğunu kör geçirmeme rağmen tanıdık bir şeyler görebilmek tuhaf hissettirdi beni. Bu işaret bildiğimiz  “v” harfiydi. Acaba roma rakamı mı? Yo, hayır, Bu Arapça “7” rakamı olmalı. Bu kâbus ne kadar da gerçekçi! En ince detayı bile görüyordum. İşaret roma rakamı gibi keskin çizgili değil de kavisliydi. Evet 7ydi bu. Kendimi taş kesilmiş gibi hissediyordum. Bu arada terimin buharlaştığına şahid oluyordum. Ortalık dayanılmaz sıcaktı. Çığlık atmak istiyordum ya da atıyordum da ben duyamıyordum. tok bir ses dört bir yanımı sardı; “ve re el mücrimünel nara fezennü ennehüm müveğıuhe velem yecidu enhe musrife” (günahkarlar ise ateşi görürde,(onun uğultu ve dehşetinden daha onu tatmadan) kendilerinin gerçekten ona düşmüş kimsler olduklarını zannederler; fakat ondan kaçacak bir yer bulamazlar). Ve uyandım. kan ter içinde uyanmadım. Aksine üzerimde hiç ter yoktu çünkü buharlaşıyordu.bir baca gibi duman çıkıyordu üzerimden.neye bulaştım ben böyle… uyanmıştım ama kabusum bitmemişti. Kahvaltıdaydık. Sadece annem vardı masada henüz. hala kör taklidi yapıyordum.
-günaydın volkan,iyi uyudun mu bakalım.odandan sesler geliyordu.rüyanda konuştuğunu ilk defa duyuyorum.
günaydın anne. sadece kötü bir kabus gördüm.
rüya göremediğini sanıyordum
artık değil
içeri abim girdi ve masaya homurdanarak oturdu. gözlerine istemeden baktım o da tam bana bakıyordu. birden bire her şey değişiverdi.ortalık kızıl siyah oldu yine kabusta gibiydim ve ağabeyimin azap çeken bedenini gördüm.suratına bir alev topu gelmişti ve kafa derisi sıyrılıverdi şimdi bir kurukafaydı.yüzünde hiç eti kalmadığı içini sırıtan bir kuru kafaydı bakışlarımı başka yönelttim ve çığlık atmamaya çalıştım.gerçekten zor bir işti ama. Herkesin gözüne baktığımda böyle mi olacaktı acaba. anneminkilere bakmaya cesaret edemiyordum olandan sonra.kaçamak bir bakış attım.yakmadı.bir daha uzunca baktım.hiç bir şey olmadı.annem ona baktığımı fark etti.
oğlum bakışların…sanki görüyor gibi bakıyorsun.
ne diyeceğimi bilemiyordum.söylemeli miydim. Anlatacaklarıma inanmazdı kimse.söylemek zorunda değildim ki zaten.
ışığı görünce gözlerim tepki verir oldu sanki anne
-inanamıyorum.bu, bu büyük bir ilerleme hem de durup dururken oldu.Onca doktorun yapamadğı iş.şükürler olsun.hemen bi doktora gidelim.belki tamamen kavuşursun gözlerine
-sen demedinmi şimdi doktorların yapmadığı diye.madem kendiğilinden oldu,bırakalım devam etsin bu “kendiliğinden” tedavisi.
annem babam o akşam çok mutluydular.bir ışık doğmuştu benim için onlara göre.benimse içim içimi yiyordu sevinçten.ne kadar iyi gördüğümü söylemek isterdim onlara.bilmek en çok onların hakkı.ama dur hele.aradan biraz zaman geçsin.sonra iyice net görüyorum artık derim.
            o gece yine aynı rüyayı gördüm.mutfakta yaşadıklarım aklımdan gitmiyordu.alevlerin ortasında sırıtan bir kuru kafa vardı hep gözlerimin önünde.ve şimdi de aynı rüya…böyle gidecekse nasıl dayanacaktım ki buna.rüyalarımda gittikçe daha da ilerliyordum.ilk baş sadece kapı vardı .kapının açılışı…içerden taşan alevler.girmek istemiyordum oraya. Her uyandığımda tenimin yandğını hissediyordum.üzerimden çıkan buharı görebiliyordum. Kapı aralandğında gördüğüm ilk şey kırbaçlanan bir kadındı.yanan çivilerle ellerinden duvara asılmış bir kadın.ve onu kırbaçlayan yaratık.yüzünü görememiştim.kırbacı dahil bütün bedeni kızıldı.kırbaçı kalındı ve uçlarında dikene benzer büyük çengeller vardı.kadına her vurduğunda ki (kadın oldğundan tam emin değilim.sadece giydği kısa etekten dolayı böyle bir yargıya vardım) kırbacın çekilmesiyle birlikte et parçaları da geliyordu.vücudunun hiçbir yerinde yara izi yoktu ama.sadece kırbacın geldiği yer bıçakla kesilmiş gibi yarılıyor çengellerin geldiği ksımdan da et parçaları kopuyordu.ama kopan etin yerine hemen yenisi geliyordu ve kesik hemen kapanıyordu.yaratığın sırtında da kırbacın ucundaki çengellerden vardı.kollarında bildğimiz siğillerin elma kadar olanlarından vardı. Kadın her kırbacı yediğinde kulakları sağır eden bir çığlık atıyordu. Çığlığı yükseldikçe yükseliyordu ki o esnada uyandım.Bu rüyadan sonra da uyumama kararı aldım.(uyuklarken gelen yaratıklardan bahset) Nasıl olacaktıki bu! İmkansızdı tabiî ki bir insanın uyumaması. Ama mümkün olduğunca az uyumaya çalışıyordum. Bu ara da aileme tatile gitmek istediğimi söylemiştim. Gözlerimin açılması şerefine. Uludağda ormanın içinde bir evde birkaç haftayı tek başıma geçirmek istiyordum.Bu sorunla orda daha rahat baş edebilirm diye düşünmüştüm…Bu arada neden ağabeyimi kurukafa şeklinde gördüğümü keşfetmiştim. Sadece ağabeymi değil, bütün günahkarları böyle görüyordum ben. Ruhu temiz olanlardaysa bir değişiklik yoktu. Ama o kadar çok günahkar vardıki artık gündüzlerim de kabustan farksızdı.işte bu yüzden de bu dağ evini seçmiştim. Ne yapmalıydımki. Aslında hikayenin gersini yazmak istemiyorum.muhtemelen bunları okuyanlar gerçekten yaşdaıklarımın gerçekliğine inanmayacaklar. Ben de inanmazdım. Dağ evinde günleri kitap okuyarak, Allah’a yalvararak geçiriyordum. Beni bu durumdan kurtarması için Yalvarıyorum Allah’a. Kuran okuyunca biraz rahatlıyordum ama gözlerim yorulunca uyuklamya başlıyordum ve yine o görüntüler. Cehenemmde bir seyahetti bu gittikçe dibe doğru iniyordum cehenemde. Gördüklerimin dayanılmazlığı gittikçe artıyordu tabi. Artık heryerde çığlıklar vardı. Asla tahmin edemeyeceğiniz işkenceler. Kendi elleriyle gözlerini oyan insanlar, kenidini parçalayanlar, ateşin içinde tekrar tekrar yanan ama kül olmayan çığlıklar vardı sadece…

Last whisper

Bir sigara yaktım. Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Merak da etmiyordum o kadar. Sigara dumanı gözlerimi acıtmıştı. Gözlerimi kaçırırken dumandan beyaz yastığa dağılmış kızıl saçlar ilişti gözüme. Kızıl saçlar… Şimdi bira-z hatırlıyordum. Bir kafede oturmuş kahve içiyordum bu saatlerde. Yine aynı kızıl saçların parıltısını seyretmekteydim. Uzundu saçları. Uçlarına doğru indikçe saçları kıvrımlı. Ne tür bir kahve içtiğimi hatırlamıyorum. Ama kafenin içindeki oryantal dokuyu hatırlayabiliyorum. Kırmızı renkte alaturka koltukları, oturduğumuz mermer masayı…

Norveç soğuktu cidden… İnsanların ısınmaya ihtiyacı vardı. Bazen bir çeşit sıvı ve bazen bir çeşit katı buna yardımcı olabiliyor. Kızıl saçlarına bir daha baktım. Dışarıda batmakta olan güneşle uyumluydu. Burada zaten her an güneş batıyor gibi bir karanlık vardı gökyüzünde. Biraz da kızıllık… Masada yarım kalmış bardaklara ve içerisindeki kızıllığa ilişti gözüm. Bu sefer de başka bir mekânı hatırladım karanlık ve gürültülü olan. Ellerimizde yine kızıllıklarla dolu hayaller ve gerçekleşmemiş arzular vardı. Dünden beri dikkatsizce şişmanladığımı hissediyorum. En son ne zamandı… En son… En son… Neyse hatırlayamadım.
         Kapalı gözlerin üzerindeki yay gibi gergin kaşlara çevirdim dikkatimi. Kızıllık mı çarpmıştı acaba beni. Yoksa hala kusmadım mı? Bir şeylerden korkunca gelip seni buluyor. Bu odadan mı korkuyordum. Telve kokusu geldi… Burada Türk kahvesi yoktu ki.

İşten dönen kambur adamların karda bıraktığı ayak seslerini avuçlarımda top haline getirmek istiyorum. Camdan bir evim olsun istiyorum bir de sen… Senin kim olduğunu bilmiyorum.
         Sıkılıyorum bugüne kadar yapılmış her şeyden. Sıkılıyorum bugüne kadar yapılmamış her şeyden. Sıkıntım olması gerektiği gibi değil. Benim sıkılmam herhangi bir sorun üzerine kurulmuş değil. İnsanların neden gülmeye ihtiyaç duyduklarını anlıyorum da, neden güldüklerini, neye güldüklerini anlayamıyorum.
         Kışta açan çiçekler de mi olurmuş. Dışarıda esen rüzgârla cama toslayan açık pembe beyaz mor siyah renkteki çiçek parçasına bakarak.
         Gözlerimi yine kızıl saçlara çeviriyorum. Kıvrımları seyrederken yüzüne gidiyor gözlerim. Elimi uzatıp tutuyorum kızıl sakallarından. Dudaklarımı ve kızıllığını bir çalar saat gibi kullanıyorum…

27 Mart 2012 Salı

organların güzelliği 6

7.güne eremeden bitti seni tamamlamam. çünkü son günü dinlenmeye ayırdım. ama bugün de benim. bugün vucudunu tarif etmeliyim sözlerle. sözlere ne hacet güzel vucüdun engin hayalimin bir dışavurumu olmayacak kadar içimde. saçmalıyorum güzelim farkındayım. aşk bütün dillerde saçmalak manasında diilmi zaten. saçmalamak vücudunun bende bırakacaüı ayak izlerinden ibaret. saçmalamak ve delirmek farklı değiller güzelim. insanların uranyumdan korktuğu kadar korkuyorum, çıplak gözle bakmak vücuduna. bu terazi bu sikleti çekmez güzelim.vucudunu tanımlamam için ışıkları kapamalısın. ışıkları kapa ve gel yanıma

organların güzelliği 5

insanları ayıran kıtlar, hatıralar anılar yanında en değerlisi saçların. evet, saçların, deniz yüzeyine yayılmış bir avuç güneş parıltısı. insancıkların yüreklerini hayata demirlemiş halatlardan ibaret. Ve japnoyada deprem oluyorsa güzelim bu senin suçun. Bazen atomb bomboları seyrediyorum uçuşuyor havada. bu senin sçun güzelim.saçlarını paylaşmalıydın.kara kıtada ırkçılık yapıyorlar.bu senin suçun.kara kıtaya bir tel saç bırakmalıydın. o zaman bir kara kıta imporotorluğuna ilham verecek hazzı bulabilirlerdi bakarak saçına.

organların güzelliği 4

tenin, bir güneş ayinine çıkmış dolunay kadar parlarken bana aşktan söz etme. doktor bende kalp var dedi. şaşırdım bu kalpsiz dünyanın ortasında. tenin kristallere bölünmüş bir okyonus yüzeyinin bir martıda bıraktığı tebessüm kadar inanılmaz. ayrıca tenin yüce dağlardan düşen kar kitlelerini eritecek kadar ateşli. biz buna çığ-kurtaran diyoruz. bu karlı şehrin ortasında bana bir çığ-kurtaran lazım. bir de yumuşak yatak. tenin, arizona çölünün sıcaklığını bilmeyen eskiomlara, bir soykırım. Bütün eyaletlerde aranıyorsun güzel resminin altında aranıyor yazıyor. suçun, çıplak gözle sana bakanları gör etmek.bilmiyorum belki de abartıyorum,abartmak mitoliji tanrılarıyla güncel varlıklar arasında bağıntı kurma sanatıdır güzelim.

organların güzelliği 3

bir derin nefes almanın şelalelerin ters akmasını seyretmek kadar güzel olduğu tek manzara suratının ortasında. yaşamak gerekse bir tepede ya da bir dağ başında. bu kesinlikle olmamalı. belkide bütün kıvrımların bu kadar ihtiraslı. bütün estetiklerin patent olarak kullandığı. ve kanatları olmayan iki delikli melekler mi benziyo buna.bilemiyorum

organların güzelliği 2

Silüetin
bütün ressamların aksettirebileceğinden daha öte ve gölge renkleri çehrenden inen çenene. kusura bakma benzetemem silüetini ne güneşe ne hilale. bu dünyadan olmayan şeyler bu dünyaya benzetilmemeli. silüetin bir ülke sınırının çizim şeklini andırsaydı, o ülkelere arasında sonsuz yıl savaş olmazdı, çizgi bozulmasın diye. silüetin hoyratça koşan bir ispanyol boğasını durdurabilir ya da şilide çıkan bir isyanın başlangıcı. bunu ben bilemiyorum kahvekologlara sor

organlarının güzelliği

GÖZLER
gözlerden başlamalı ki fani hayatımın sonsuza açılan kapısını bulabileyim karanlık gözlerinde.simsiyah.içine alan.bir hipnoz aracı.yada bir hokkabazın aldatmacılı sihiri kadar esrarengiz.gözleri sırlarını çözemediğim. Güzelliğinin aynadaki yansımasının birmilyon bilmem kaçıncı bölümünde birmilyon bilmem kaçıncı kez aşık oldum yine. ve o titreme.Gözlerini siyah-beyaz bir ekrandan izleyebilmeyi diliyorum. öbür türlüsü kabus oluyor. öbür türlüsü cinayet.gözlerinin renklenmesi demek, bir volkan dağının zirvesinde resim yapıyor olmam demek. gözlerin demek evrenin envai yeşilini hapsetmiş olman demek. bir-alışkanlıktır-şimdi-gözlerin içilmesi gereken sabah-öğle-akşam ve gece. bir intihar operasyonudur gözlerinle çıplak gelmek gözgöze.

Allen art of sperm

ne kadar ilginç bir mahluksun sen
sperm
hızlı
asi
kıpır kıpır
kırbacı
ve bütün fetişleriyle
zorlarken kapıları
sperm
fışkırt bütün asi ruhları
yoksa
çılgın vaşaklar kadar siksa
bakışları
kaç ginsberg
kaç orospu çocuğu

Kurtuluşta bir süpermarket

seni gördüm gibi oldum ginsberg, yarı kel boylarında, sakalsız dudakları ve götveren tavırlarıyla. hem de bir pazar sabaha.karşı. dünya barışı için sevişenler motorlarda bağrışıp çağının en deli akıllılarını görenler ve zenci çükleri hep altmışlardamı kaldı. şimdi sevişenler niye niye sevişenler nerde.
siyah deri ceketli götten sikişenlerin nerde ginsberg
ronsillimankadar.kısa.öz.anlat.özütünde bir tecavüz iniltisi
ginsberg senin kıtanda bilmem kaçbintanegey kabile toplaşmışlar kaliforniya salı pazarında.sex ayinlerinde barış çubuklarını götlerinde tüttürüp, tütsülemişler kasık kıllarını. çerokisi, siyusu, lakotası,apaçisi, hopisi, hepsi göt göte verip dünya barışı için uzun bir zincir yapmışlar.kaçinalarını kıçlarına değdirmeye korktuları için zenciler yardım etmişler. böyle yaradılmış amerikan rüyası ve traşı.

bu senin için Dick-insin

şiar kapı-tokmağı-
zorladı-
hay -haletinde-
ruhiye-
iki kaza arasında-
bir benz-erlik
y-o-kaza

25 Mart 2012 Pazar

Bu da mı gol değil

Sol kanattan topu ortalmıştı Tıfi. Top havada süzülürken beynim hızla çalışmaya başladı. Topun gelişini hesapladım, havada bekletmeden vurmalıydım çünkü arkamdan iki defans oyuncusu koşturuyordu. Kaybedecek vakit yoktu, bu takımın forveti olarak bu golü yazmalıydım, üzerimdeki gözleri hissedemiyordum. Çünkü şu an beyni ve bedenim aksiyon halindeydi, birşeyi iki kez düşünecek kadar vaktim yoktu. Top tam beklediğim açıyla geldi ve sol ayağımla iyice bir gömdüm topa. Belki de vurmanın şiddetiyle top muz şeklini almıştı ve ben farkında değildim, herşey anlık oluyordu futbolda. Hayatla futbolun benzer yönleri bir rock starının yüzündeki kıl oaranı kadar fazlaydı. top kalenin köşesine doğru yollanmıştı fakat kaleci Kazo da oraya doğru yönelmişti bile. Elleri topa uzandı uzanacak. Parmaklarının topa değdiğini görüyordum ki fıışşt diye bir ses çıkarıp gevşek ağlarla oynaşmaya başladı top. İşte buydu, gol olmuştu. Hayatta çekebileceğiniz şutların sayısı,halı sahada çekeceğiniz şutların sayısından az olduğu için futbol daha az zevkliydi. Gol olması önemliydi tabi ama gol olmaması bir sonraki fırsatı sabırsızlıkla beklememe sebeb olacaktı. Elbette attığım goller bir tepsi baklava getiriside bulunacaktı bana.  Takım arkadaşlarım, ilkel yağmur dansı motiflerini aratmayacak figürler ve çığlıklarla beni kutluyordu. Aynı dili konuşmasak da "wuha, huuuhuu" seslerinin ne manaya geldiğini anlayabiliyordum. Fıstıklı baklava kadar sevilecek birşey varsa o da gece yatmadan önce yenilen fıstıklı baklavadır. Maçın bitmesine 11 dakika var ve biz 9 gol attık. Karşı takım bütün enerjilerini harcamasına rağmen 7 gol atabildi. Halısaha maçlarının çim saha maçlardan farkı sadece yeşilliğin suniliği değildir. Fazla gol fazla heyecan getirir. Fakat Bir kaç seyirciden başka bizi seyreden yoktu. Buda attığım şahane golün biraz da boşuna gittiğini düşündürdü bana. Kendi sahama doğru,kaleler fethetmiş bir kral kadar edalı koşarken aklıma Chriss Cornell'in "call me your dog şarkısı" geldi. Fakat onun sözlerini tam bilmediğim için cover yaptığı "Billie Jean" şarkısını söylemek zorunda kaldım. Kapıcı Atıf abi gereksiz sırıtışıyla vücut dilinde beni selamlıyordu. Kalemizin müdavimi Ramo (Ramiz abi) bugün eşiyle sinemaya gittiği için bizim apartmanın kapıcısını kaleye sokmak zorunda kaldık. Malumdurki, ikisi de benzer iştir zaten. Beklemek insanlara kitaplardan daha fazla şey öğretebildiği zaman bu dünya hippilerden de kurtulacaktır.
Karşı taraf hızla atağa başlamıştı, Benim bulunuğum kanattan yardırıyordu Ono (Onur) yedikleri golün hırsıyla. Birden kendimi ikili mücadelede buldum. Omuz omuza bizim kaleye doğru hızla gidiyorduk ve neredeyse defans çizgisine gelmiştik bile. Sert bir omuzla yokladım Ono'yu. Ufak tefe olmasına rağmen çiviyle yere sabitlenmiş bir masa kadar direnç gösterip omzumu geri ittirdi. Anlımdan akan bir ter damlası kirpiklerimin filtrelemesi arasına girip gözümün ıslanmasını engellemişti.Belki de halı sahalarda oynaması yasaklanmasıydı böyle tiplerin. Bu kadar hayvani oynarken kendimi boks ringinde hissediyordum ve bütün spotlar üzerimdeydi sanki.Birşeyler yapıp onu durdurmalıydım, tam topu ayağından biraz açtığı sırada ayağımı uzattım fakat Ono ilerleyen teknoloji kadar hızlıydı ve ona bu yüzden japon ismini andıran bir kısaltma vermiştik. Ani bir manevrayla topun yönünü değiştirdi ve aramızdaki mesafinin açılmasını sağladı. Ben hemen toparlanıp bir savunma çabasına daha girmeye çalıştım fakat sevgili yağ hücrelerim beni yavaşlatıyordu. Şutu çekmek için topu sol açığa aldı ve ayağını havaya kaldırdı. Olamaz topa vurmasına izin veremezdim. Son kalan güzümle kayarak kendimi topun önüne attım. Ama o da nesi, Bir kez daha şaşırtma verip, topu geriye doğru çekti. Dünyanın en büyük sazanından da sazanlık yaparak atmıştım kendimi yere ve içime bir kabızlık hali oturdu sinirimden. Ono beni egale etmiş ve defans çizgisinden içeri süzülmüştü, Kaleyle arasında Atıf'tan başka kimse yoktu ve Atıf'ın bu golü içeri buyur edeceğinden emindim. İşte böyleydi senaryo. Giden topun arkasından bakmaktan başka yapacak birşey yoktu ve golü yedikten sonra Atıfa sinirleneip bağıracaktık. Ono topa öyle bir abandiki, gümbürdeme sesi binaların camlarını yerle bir edebilirdi. Saha kenarında bizi izleyen Ezgi'inin "hadi bastır" sesini duydum. Söz konusu sex olunca insanlar futbola bile ayrı bir ilgi duyuyor. Ezgi, Ono'nun bir kaç aylık sevgilisiydi ve Ono nereye gitse onu da yanında götürüyordu. Ono'nun şu an askere gitmesi gerekse, sevgilisini de kışlaya götüreceğinden endişeleniyordum. Top hızla kaleye doğru gidiyordu. İşte burda oyunu durdrmak istedim. Hemen stop tuşuna bastım ve ardından "rewind" tuşuyla oyunu geri sardım, ayağımı uzattığım kısma kadar geri sardım oyunu.
Kaldığımız kısımdan yeniden devam ediyorduk, ben yine aynı şekilde ayağımı uzatmıştım, Ono'da aynı şekilde çekmişti topu. Bu sefer son kalan gücümle topa kaymayakcaktım. Ono topa gerilir gibi yaptı ama bu sefer fake vereceğini biliyordum ve defansa koşmaya başladımki o da nesi. Topa güm diye gömmüştü Ono. Lanet olsun bu sefer de kendimi kandırmıştım ve kabahatı artık Atırfta bulamayacaktım. Ono'nun önünü boş bırakmıştım. Ne kadar geri sararsanız sarın olacaklar yine sizi bulacaktır. Top şimşek hızıyla kaleye ulaştı ve üst direğe çarptı. Rahat bir nefes almayla koşma arasında kalmıştım. Direkten dönen topu uzaklşatırmak zorundaydım. Atıf'ın şu an topu görebildiğinden emin değildim. Top, havada biraz asılı kalmıştı ve tam roveşeta çakmaya hazırlanıyordum ki yanımda bir varlığın rüzgarını hissettim. Bu Ono gerçekten çok hızlıydı ve topa kafayla çıkmıştı bende röveşataya kalktım fakat geçiktiğimin farkındaydım, Ono Kafasıyla topu kaleciye uzak olan kısma bırakivermişti nazikçe. O kadar şiddetin ve terin ardından bu 19.yy'dan çıkma soylu da kimdi diye sorardı insan. Hea, Aşktı, show time'dı. Akınca ezgiye hava atıyordu ve bu konumdaki figuran da ben oluyordum. Beni ezmiş geçmiş ve üzerime bayrağını dikmişti. Artık otağımı toplayıp batıya doğru göç etmenin vakti gelmişti.
Golü yemiştik ve herkes bana yüklenmişti adamı bıraktığım için. Süt tankeri dökmüş kedi kadar masum bir pozisyonda ve fakat isyankar bir tavırla "abi siz de hiç geri gelmiyosunuzki" diyip klasik bir cevapla sıvışmaya çalıştım. Olsundu. geriye 9 dakika kalmıştı ve bir farkla biz öndeydik. Atıf'a yüklendim. Onu azarlayarak kaleden çıkartıp yerine ben geçtim. Atak yönü yüksek olan bir oyuncu kaleci stratejilerine aşina olmalıdır. Yoksa gol üretkenliği yunanıstan banklarının vahim durumuna düşebilir. Şimdi de aklıma Metallica'nın "So what" şarkısı geldi ve dilime dolanması kolay olmuştu böyle basit sözlü bir şarkının. Bütün oyuncular kaleye geçişimi biraz taktir biraz da kibirle izliyordu bende onlara "so fucking what" diye karşılık veriyordum içimden.
  Eğer kendinizi don Kişot kadar bilge bir şovalye hissediyorsanız ve Afirka kıtasına hükmedecek bir kaleciyseniz bir gün size bir arabanın çarpmasından korkun. Çünkü filmi ne kadar geri sarsakta gideceği son aynı. Ono baklavayı yemese de olurdu zaten bu bireysellikle bir takım kutlması yaptığı düşünülemezdi. O çıkışta sevgilisini arabasına atıp gidecekti kazansada. Şimdi atlı kahraman Ono zaferini kazanmış ve göz doldurucu golünü atmıştı. Aynı golü tekrar atabileceğini sanmıyordum bu zafer havasında. Onun için artık rahattık. Tek iş savunmaya kalmıştı ve ben kaledeydim. Kalecilik son derece empati yapmayı gerektiren bir meslekti ve sadece bunu farkında olanlar başarılı kalecilerdiler. Bazen satranç maçı gibi çekişmeli olurdu penaltı çekişmeleri.
Neyse, bir atak daha başlatmıştık ve oyuncular iyi organize olmuştu. Kısa bir paslaşmanın arasına giren Ono, topu kapıp yine kontra atağa çıktı hızla.Biz yine gafil avlanmıştık. Defans çizgimiz içindeki tek oyuncu bendim ve bu sefer kaleci bendim. Hemen ileri doğru açılmaya başladım. Ono bunu farketmişti ve emindimki basit bir aşırtma gol deneyecekti. hemen kendimi geri çektim. Bu sefer ben ona fake vermiştim ve bu onu yavaşlatmıştı. Yine de göbekli defans oyuncularımız hızına yetişemiyordu. Defans oyuncularından biri yeni memurluğa atanmıştı. Önünde oluşan dağ yığınını bir kaç yıl sonra fark edip çeşitli eritme yolları deneyecekti. Fakat başarısız olacağı kesindi. Ono tekrar hızını alıp defansa sokuldu iyice, ne zaman füzesini bu tarafa doğru güdümleyeceğini merak ediyordum doğrusu. Sende füze varsa bende kalkan var dercesine kartal gibi açmıştım kanatlarımı. alabildiğine kaplamaya çalışıyordum vücudumla kaleyi. Kendimi biraz sağ direğe doğru çektim. Bu yemi yiyeceğinden emindim. Kolay bir gol istiyordu ve açık verdiğim köşeye doğru atacaktı. normalde böyle olurdu. Ama Ono bu, bi an için kaleye baktı ve gözlerini görebildim. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış ve topu ateşlemişti bile kapattım köşeye doğrı çekebileceğini düşündüm. Bi yandan boş bıraktığım köşeye doğru uzanırken, ayağımı da kapattığım köşeye uzatmayı ihmal etmedim. Evet, Ono beni okumuştu ve kapattığım köşeye geldi şut. Neyseki uzattığım ayağıma çarparak dışarı doğru sekti. Hemen ayağa kalkıp Ono'nun gözlerine bakmaya çalıştım. gözlerini göremiyordum çünkü üzülüp dövülmekle meşguldü. Zaferi ben kazanmıştım bu sefer fakat savunma yapan insanların zaferleri geç belli olur. Afganistan'da da böyle olmuştu. Ruslar bütün şutlarını çekmişti afganistanda. Sultan vadisindeki çatışmalar gibi çarpışmıştım karşı takımla. Bu maç bir gerilla savaşına dönmüştüm ve Ono, en az Breznev kadar hayalkırıklığı yaşamaktaydı.
Topunuzla tüfeğinizle gelin diye bağırdım. Sonra toparlayıp, "tamam sadece topunuzla gelin" diye pustum kaleye.
 Birkaç karşılıklı önemsiz ataktan sonra, maç bitmişti ve baklavacının yolunu tutmuştuk. Zafer Navoja Kabilesinindi. İroqilerin tomahawkları kadar etkili gollerimle kazanmıştık mücadeleyi. Ömrümün en iyi 9 dakikalık savunmasında bir Cezayir tarihi yazmıştım. Kaliteli bi dükkandan alırız baklavaları diye tutturmuştuk. Zafer puştluğu çökümüştü üstümüze. Laf sokmalar, hakaretler, ince espiriler,püfff. Psikolojik olarak da çökertiyorduk rakipleri artık sahayı bırakmış olsak da. Bu iş masa da bitecekti.
Lüks bi yer gibi gözüken baklavıcıya bir grup eşofmanlı, şortlu, kramponlu adam girmişti. Bu beyaz adamın kara kıtayı keşfetmesi kadar şaşırtıcı olmasa gerek.
Hangi tür baklava alınsın, fıstıklısımı olsun çikolatasımı olsun derken gözüm masalardan birindeki afet-i devrana takıldı. O da neydi öyle. O da neydi öyle. O da neydi öyle. Ya da Neydi o öyle. Ohhhh ve aaa. yani oha. gökkuşağı gibi salınan altın renkli saçlarının ardından bütün okyonus renkli buzulları eritebilecek gözleriyle bir dolunay prototipi masada oturuyordu tek başına. İlk baş buna pek anlam veremedim. Yani hangi nedenle dünyamızı ziyaret etmekte olan bir huriye refaket edilemezdi anlamıyorum. Hemen 35 mm lik bir kamera afeti devranın etrafında 360 derrece dönüp hızla gözlerine zoom yaptı. Orda çekim hızı biraz yavaşlatılıp arka plana bir slow soundtrack yerleşti ve kıza aşık olma sahnesi tamamdı. KESTİK. "hocam bu sahne olmadı, yenden çekelim, bidaha çekelim, sabaha kadar çekelim". Yönetmen beni dinlemedi. Bu sahne onun için yeterliydi. Baban, Kudüs yakınlarında haydutça kurulmuş piç bir ülkeden olsa bile senin doğmana katkıda bulunduğu için imtiyazlı statüdedir benim elçiliğimde güzelim. "yok olup gitsemde, sonumu görsem, ölümü tatsam da yenilmem yinede bebeğim". "senin için bütün ZAFERLERİM", böyle diyordu galiba tam olarak şair. Belki o da bu şarkı sözlerini bu baklavacıda yazmıştı. Neyse sektir at topu çantana. Bütün savaşların senin için olduğunu mu sanıyorsun güzelim. yanılıyorsun. Benim burda yenilmem tarihi değiştirmeyecek. Sen yenilmeye mahkumsun. sen hainsin, sen, sen çok güzelsin. Keşke yansımanı ve saçına dolaşan molekkülerin koleksiyonundan oluşan bir galeri açabilseydim. Kaybetmiştim. Kaybettiğim için hiç bu kadar mutlu değildim.arkadaşlar paketi hazırlattı ve dışarı çıktık. Kaybetmiştim... Gorbaçov göbekli bush sıfatlı bir adam, hakem düdüğü gibi öttürmüştü beni bakışlarıyla. Misafir huri yalnız değildi. Ve bütün yeşil çam filmlerinden daha da yeşil bir şekilde gençlik hayallerimle oynadı.

24 Mart 2012 Cumartesi

FBI falls down

Yakın zamanlarda çekilenn iki film üzerinden yola çıkacak olursak FBI teşkilatının pabucu dama atılmaya çalışılıyor gibi geldi. 2008de çekilen "Public Enemies" aslen bu teşkilatın gereksiz bir amaçla kurulup işe yaramadığını vurgulamaktaydı. Nitekim, yeni kurulan bureu of investigation maliyetini kurtarmak ve devletten gelen gelirin kesilmesini önlemek için kendini ispatlamak zorundaydı ve bu yüzden kendine Halk düşmanları yaratmalıydı. Yani bir nev-i scape goat meselesi. Tamam John Dillenger sütten çıkmış ak kamış değildi, ya da çikolatalı sütten çıkmış kara birşeydi. Ama adam filmde robin hood haydut tipinde, halka zarar vermeyen halkın parasına dokunmayan bir karakter göstertilmişti. Zira banka soygununda, vatandaşın parasını almayıp, "biz sizin paranıza dokunmayız" edalarındaydı.
Kısacası banka soyguncuları FBI amcalar için kolay ve ün getirecek avlardı ve böylece işe yaradığını ispat ederken film bize işe yaramadıklarını gösteriyordu inceden inceden.
2011 de bir de baktım ki o da nesi. J. Edgar Hoover'ın da filmini yapmışlar. Koltuğa da Clint Eastwood'u oturtmuşlar. FBI kurucusu J.Edgar megoloman, gey, asosyal ve paranoya bir eleman olarak ele alınmış. Hatta ve hatta yeri geldiğinde başkanlara bile sözünü dinleten bir güç olarak gösterilmiş. J.E. hayatını yazıya alırken de abartılı abartılı anlatıp hayatını birşeymiş gibi göstermeye çalışmış FBI'ı:) Hatta can dostu, yanından hiç ayırmadığı yarı sevgilisi adam yüzüne vurdu bunları. Yeri gelmiş, kominist korkusunu kullanarak ayakta kalmış teşkilat. Ya da Amerikanın en ünlü plotunun çocuk kaçırma davasını sonuçlandırarak reklamlar yapmış ama nafile. Aslında ortada kuru gürültüden başka birşey olmadığını ve yarı deli biri tarafından kurulan bu teşkilatın ne işe yaradığını sorgulatan bi film. Acaba Obama alttan alltan ekonomik kesintilere gidecek de bu teşkilatın fişini çekmek için reklamlara mı geçti?
tahminlerime göre otobüs bir binek hayvanıydı,
atlıkarıncalara niye atlıkarınca denildiğini anlayanlar;
size sesleniyorum
seslenkarıncalardan
tahminime göre beş dakikaya gelecekti
namussuzluk dizboyu olduğu için
insanlar kuyruklardaydı binmek için
doğru zamanda yerde olmak,burnu kırık kanlar
tek tek gelselerdi de döverlerdi
ama başarısız bir kominizm denemesi gibi çoğulcu geldiler
bunlar demokrattılar
ses etmedim.
Bazen yağmurdan koşan insanlar daha fazla yağmur damlasına maruz kalırlarken
esrar dumanı gibi sallananlar niye hiç ıslanmazlar
sevişmek bile ıslak olduğu halde. Kuru kurt yapraklarıyla sarmalayıp beşikte, mezara götürmek niye.  Bir çocuğu büyütmemek en mantıklısı, büyütünce ortada çocuk diyebileceğiniz birşeyler olmayacak
tahminimce ayakta kalacağım
bütün şofürlerin bıyıkları adetince sevinceler olmuş dişlerin.
yoksulluk tabi
böyle yapıyor bulutları
çalıntı gökyüzünde durmaz olmuş yüzsülükten yıldızlar
yüz süzüldükten kere maşallah
ekmeği yokuşa sürmeyin,
eski dediğin şeyler yok
deniz mahsülleri
tellerinde yosun
tutmuş gitar
dudmuş yuttuğun
bide utanmadan
gökyüzü var diye
kandırıyorlar.
Lan bi gidin..
n kaybedip
la kulüp
herşeye bi kulp
vallaha gidin
çok pardon tanrım

20 Mart 2012 Salı

basen

bazen güller kırmızı değildir
şarkılar kulağa hoş gelmez,
gözlerimi semaya diktiğimde,
gökyüzü yoktur;gözlerinden.

bazen sen, sensindir,
yansımadaki ayna tuhaf gelmez
yıllar takvim yapraklarıyla takip edilmez
gökyüzü yoktur;gökyüzü yarına
bir rock in bir davulcu
kadar karizma
bazen davulcu sensindir
ellerin boşlukta
dumdi dum durirum durira

sometimes, ı have a dream
sometimes I have not
so fucking what
bazen böyleyim işte

18 Mart 2012 Pazar

seni çok özledim. bunu durdurmanın bir yolu olmalı. kokusunu nerde duysam yıllar sonrası uzaklıktan gelsede hatırladığım saçların şimdi hangi rüzgarın esiri. Yerçekiminin kalkmaması için gerekli saçlarının her teli. Çünkü beni hayata bağlıyor bana bağlanmasalarda. rüzgarın sesinde birşey duymuyorum. ama bir kaç dakikalık şarkılar bir ömrü doldurmaya yetiyor. İnsanlar aklını çıkarıp atabilseydi atardı, diğer bir deyişle delirirdi senin yokluğunun nöronlarımda çaktığı ışıklar ve yokluğunun bende düşündürdüklerinin yanılsaması onlara da gölge düşürseydi. Yukarıya bakarken ağlamanın zorluğunun hafifletmek için önüyorum başımı eğe. Kelimelerin ve harflerin yer değiştirmesi seni bilmekten vazgeçirmiyor zihnimi. Her zaman lanet okuyorum seni tanımlamaya yetmeyen harflere ve kelimelere. Seni tanımlamak için döktüğüm sözcüklere bakıp yine lanet ediyorum .Tariflerim tasvirlerim hep boşuna. Kelimeler dolduramazlar ve fotoğraflar da öyle. Sana benzemeye çalışan kağıt parçalarından nefret ediyorum. gözlerine benzeyen yıldızlardan nefret ediyorum. Kahve içmekten nefret ediyorum gözlerinin renginde. Beyin naklinin bir yolu olmalı. biri bana format atmalı diye düşünüyorum. Gündüzler, geceler kadar hatırlatmıyor seni. Bu sefer seni hatırlamamak utandırıyor beni. Kendimle çelişiyorum biliyorum güzelim. İyi de bunun nesi yanlış. Herşey filmlerdeki gibi mi? Kendimle çelişiyorum güzelim demekki varım, varsın, varlar. Aklım beynimle çelişiyor, ayaklarım ellerimle. bunun nesi a-norm-al. Unutmak için yaratılan ins yarası kanayınca unutulamamak için heykeller dikiyor gözlerinin önüne. Kaybolmasın yaşanan anın hiçbir zerresi diye. Boşver güzel bü kifayesizlikte sakın sanma bende bir halta yararım diye. Uzayda kapladığım alana hacim diyor burada insanlar. bense ziyan diyorum. Çevreyi verdiğim nefeslerle kirletirken yüzüm kızarıyor. Varlığım eksikken,sen yokken,ben neyken? neyse-m. Boşver demek bir basketbolcunun üçlük sayısını kaçırıp içerlemesi demek. bütün hindistan lügatları öyle söylüyor. Zeus haksız farkındasın ama baş kaldırman zor. Ares haklı. savaşlar çıkarmak için bir sebebe gerek yok ares durma. Bildiğim bütün titanları topla. Ben tek siz hepiniz. Yasaklı meyveler pazarıyla salı pazarı arasında fark kalmayana kadar yiyelim herşeyi; sen buğday de, ben elma, sen yaprakla kapa gölge düşmeyen yerlerini, sen yoksan kapanmaya ne hacet. düştüğümden beri biryerlerden isim veremez oldum  kimseye,eşyaya,nesneye,ednaya ve dünyaya. Zaten hepsi aynı ama ayrı. Göz bebeklerindeki siyahın ne kaar farklı bir uçurum olduğunu söylememiştir kimse sana. Çünkü insanlar gözün bebekleriyle değil irisleriyle ilgileniyor. Ben irisindeki olup biteni farkettim. İrisin karadelikler ordusunda komutanlık yapan bir cengaver, ve ordularıyla beni yutmak için stratejiler kuruyor, hendekler kazıyor, meydan savaşları planlıyor, gözlerindeki tankları saklıyor kirpiklerindeki gizli ormanlara.
Kaçacak hiçbiryer yok yerüyüzünde biliyorum. Aya kaçmayı zaten denemiyorum,çünkü hilal cemalinin bir parçasından ibaret. Orada senden kaçmanın imkansızlığına kapılmış güneş de var.
Bazen sana ellerim dokunsada aslında dokunamadığımın farkındayım. Sen bilmiyorsun. Öpüşürken de tutsak ve esir düşüyor dudaklarım. Dudaklarına değil dudaklarının sıcaklığından yayılan moleküllere malup düşüyor vucüt ısım. Bazen bir western filminden çıkarsın diye bekliyorum batının bütün güzellikleriyle. herkes olmayacağını bile bile birşeyler peşinde değilmi. Ne bakıyorsunuz bir tek ben mi saçmayım. Biraz gülebilseydim, düzelirdi belki herşey, biraz üzüme bilseydim.kendimi. hoş olamazdın ser.neyseki teninde kurduğum buzdan sedyelerle taşıyacaksın ki beni ateşim düşsün 1000li santigratlara. cm, cl, amk.
                                           Ergün Özüt

İsmet'in şehrinde Turgut'un gökyüzü

İkimiz birden sevinebiliriz,
göğe bakalım"
TURGUT UYAR


esenlik bildirisi
bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
kandil geceleri bir şehirn buhur kokmuyorsa
yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
o şehirden öc almanın vakti gelmiş demektir"
İSMET ÖZEL

böyle bir şehirde böyle bir gökyüzne bakmalıyız
o zaman iki atomun çarpışmasını seyreder aşıklar
denk gelirse birde gazete alınmalı eve
Yusuf Çöl
çok mu seyrettim gökyüzünü, ondan mı kaçtı tren. olsaydı ulaşım araçları modern. arkasından sallamak gerekse bir el giden vasıtaların. tek istediğimdir bazen yağmur yağsın. bu yüzden inkar etmek gerek güneşin parlayışını. karabulutlar gibi ısıtmalıyım seni. karşıma koyarak seni yaratmalıyım beni. Kimse farkında olmamalı diye birşey yok. kimse farkında değil zaten. Malı-meli ekleri sadece yaşanmamışları saklamak kadar uzaksa sana, uzak dur ve repeat after me. Belki tek istediğim başka bir bebektir. All that she wants...yanılsamalar yanılmadığımızın ispatıdır. her başa dönüş sona geliş olduğuna göre dönek bir karakterimiz var. olmadığı kadar elektirik kokuyor burası. yada gereksiz derecede müzik renkli hava.
herkesin duymak istediği sözleri söylersem, herkesin sevdiği şeylerden bahsedersem ve alıştıkları tarzda yaklaşırsam olabilir belki birşeyler. ama içimden gelmiyor. bir romantik şiir denemesi
gökleri sevmemein tek sebebi gözlerini sevmemdi. hayalim ufka yaklaştığnda farkettim, bir hayal en fazla bu kadar gerçekleşebilirdi. bir hayal vucud bulmuştu sende. Sıkı sıkı tutmak istedim ellerini, ancak bir hayal ne kadar somut olabilirse,ellerinde öyleydi işte. bir de at meselesi vardı. bir at koşarak gelirse kişneyerek, sessiz bir samanlıkta seni bulmak gerek.  bu gürültülü kalp atışları olmasaydı, inan utanmazdım gözlerine bakmaktan.yüzünü görmezden evvel, kırmızı gelmek bilmezden; seni "s" vmek gibidir yada tvmek bir fiil diildir. dır,dur,dür ön eki olsaydı keşke. konuşmak daha anlaşılır olurdu. takıldığım s eni sev(e)mek midir, bir kahpe fincanında çay katığı yapmaktır seni karıştırmak başkasıyla.
a-b-c dediğimde okuduğumuz gizli "e" ler kadar aşinasın bana aşk. a şık kı n olmalı insan. ya da ins bir an da yaşar. sevdiğim bütün gitar telleri, bas sesleri ve bir de bufallo soldier bir kızılderilinin mezarından çıktı. bunu bulan kovboylar arkadan geldikleri için arkeolog diye adlandırıldı. kim neye isim verdiyse sahip çıktı. herkes let there be bişiy diledi. bana gelince let not be gibi bir güzel gülümsedi. Bende kabullendim isimlendirilmeyi kelimelendirmeyi, yokmak bir varoluş eylemini tersine çevirmektir. Bazen siyah gül olsaydı diyorum, bu kadar düşürmezdim ortalamamı. or tamalamaların düşmesine izin vermemeli edebiyat hocaları

kahveci sahnesi 2

Dükkana  farklı bir müşteri daha gelmişti gözlerime inanamayaraktan baktığım. İnsanlar gerçekten kör olmasalardı böyle bir güzelliğin dışarıda başı boş gezmesine izin vermezlerdi, vermemelilerdi, veremezlerdi. Bazen aşklar ilk bakışla başlamasa da ilk bakışlarda büyük hayranlıklar başlayabilir. Ve bazen hayranlıklar şehvet ismine kamuflaj giysisi giydirmekten ibarettir. Böyle bir güzellik böyle bir güzellik değildir aslında. Bu kez kasanın yakınlarındaydım ve servis için bu güzelliğe ben yakışamadım. Arkadaşlardan Cevdet hanmfendinin önünde bitiverdi. Cevdetle güzel müşterilere yetişmek konusunda aramızda müthiş bir rekabet vardı. Arkadaşlar ona kova Cevdet derdi. Esrar aleminin en kral adamıydı Cevdet. Bir esrar sohbeti sırasında öğrenmiştim zaten cevdetin benle bu sanal savaşa girdiğini. Bir gün uçmak istediğimi söyledim cevdete. O da beni palazkonak gece kondu mahallesine götürdü. Öyle bir yokuşu sisfusun çıktığını bile düşünmüyorum. O lanetli, garip, acıların çocuğu insancık sisifus. Ne çekmişti o taşı zirvelere götürmek için sütçü beygiri gibi. Yürümekten ve başa almaktan bıkmayan insanlarız. Bunda yalan yok. Yalanlar insanların en doğal gerçekleri olmaya başladığında biryerlerden post-modernism diye bir şey çıktı sürünerek. Sonra tanrı let there be coffee dedi. Böyle başladı bizim hikayemiz. Duvarları tunçtan ergenokanları da post-modernistler uydurdu. Ben şahidim foucault da öyle.

Yokuşu çıkmaktan nefesim kesilmek üzereydi. Bu malla mal almaya gittiğimize inanmak istemiyordum bi yandan. Bir yandan uçmak nasıldır hayallerim nelerdir, içimdeki ben neremden çıkacak diye merak ediyordum. Sonra iki katlı pembe bir gecekonduya geldik. Ortalıkta birkaç kişi daha dolanıyordur. Serseri tiplerin herzaman serseri olmadığına inanırım. Stereotype insanlar o kadar da stereotype değildir diye düşnmüşümdür. Ama karşımda duran irikıyım esmer vatandaş tam bir serseriydi ve elini ikinci katın penceresine uzatıp 15 liralık dedi. Bizim Cevdet de sıraya girdi. O da kısa boyuyla elini uzatıp 10 liralık dedi. Şiveli şiveli konuşan penceredeki adam bana bakıp sen de beraber misin dedi. Benden şüphelendiğini mi gösteriyordu bu adam yoksa bu kadar pasif durmama mı şaşırmıştı. Evet, ama ben Siyulardanım dedim. Şefin barış çubuğu bitmiş, acilen yanına gitmeliyiz dedim. Adam ne dediğimi anladı mı bilmiyorum ama bir “hea” sesi çıkardı ve içeri doğru ver bi 15lik diye seslendi. Kağıdın içine sarılı şekilde aldı otu Cevdet. Sonrada filmlerdeki gibi kafasına şapkasını geçirip ellerini cebine sokarak yürümeye başladı etrafını kolaçan ederek. Ben de arkasına takıldım ortalama hızda adımlarla. Bu gecekondudaki insanların hepsi ot çekiyor olmalıydı diye düşündüm. İnsanların bu kadar gözleri kapalıysa ve bu kadar denizimsi bir sessizlik varsa kara kıtada ve kıta sahanlığında birşeyler yolunda gitmiyor demektir. Belki gecekondular mezargibi kondulardır ve içindekiler mısır edebiyatından kalma bir mumyalık hali yaşıyorlardır. Bunun farkında  olmadıkları için üzüldüm. Bir an için belediyeyle anlaşma yamak geldi içimden. Bu bölgeyi su kesintisine uğratmalarını isteyecektim. Sonrada tankerlerle ikinci dereceden sert Kolombiya kahvesi getirecektim buraya tam 2 ton. Herkes almalıydı. Kovalarıyla bidonlarıyla,dabacanalarıyla gelmeliydi mahallenin kadınları erkekleri. Mumyalandıkları yerlerden bir belediye sireni sesiyle kalkmalıydılar, ölüleri diriltmeliydik. Bu mahallenin hepsi birden tüketmeliydi bu kahveyi su niyetine. Belkide o zaman belediyeye gerek kalmadan bu insanlar, bu konduları yıkıp yerlerine kendi kabilelerine has tokiler dikebilecek dirilikte olurlardı. Ama birkaç saniye sonra umursamadım bu fikri. Yokuşların hepsini sisifus gibi aşağı indik. Bütün çıktığımız sokakları yokuş aşağı tekrar seyrettim. Şehri seyrettim sanki makyaj yapan bir kadınmış gibi. Yarı çirkindi yüzünü saklamaya çalışırken. Gece oluyordu. Düze indiğimizde gecenin ortasında yayılan ışın kılıcı polis ışıklarını gördük. Her tarafı parlatmaya yetmeselerde adaletin kırmızı mavi ışığı gözlerimize vurmuş, ordan şelaleler gibi yüreğimize akmış oradan da süzülüp altımıza kadar uzandırmıştı ıslaklığı. İlk okul çocukları gibi altımıza işemek üzereydik bir polis aracı üzerimize geliyordu orta dünya atlıları gibi ikinci viteste. Aslında o kadar korkulacak bir şey yoktu. Üzerimizde ot taşıdığımızı nerden bilsin adamlar. Ama insanlar ilkleri yaşarken her şeyin altüst olacağından korkarlar. Belki sevgilinizin ilk defa elini tutarken de korkmuşsunuzdur. Ya elini tutmak için yeterli zaman geçmemişse ve o senin elini tutacakmış gibi hissetmiyorsa. Ya da elini tuttuğunda hayalinde tuttuğun elle birebir uyuşan parmak izi numuneleri bulabilecek miydin. Hayalindeki yumuşaklıkta mıydı? hayalindeki sıcaklıkta mıydı? Yoksa hayalendeki gibi oturtamadınmı parmaklarını parmaklarının arasına. Bunları ancak deneyerek öğrenebilirdin. Hayat experimental olduğu sürece yaşamaya devam edecekti bütün post-modernistler. Postmodernistlere takmış olmamın sebebi üniversitede seçmeli ders olarak aldığım teoriler ve kahve bağıntıları dersindeki hocanın bana takmış olmasıyla alakalı bir durum. Ben ne dediysem neye inandıysam post-modernistler hakkında hoca tam tersini anlamış ve anlatmaktaydı. Birimiz Baudrillard’ı  Waçowski biraderler (ki artık birader değillerdi. Kız ve erkek kardeşler oldular) kadar yanlış anlayıp yanlış anladığımız kuramın üzerine büyük bir film çekmiştik ve bu filmin yanmasını istemiyorduk. Bir diğerimiz ise Baudelaire gibi hissetmek istemiştik Poe’yu. Ve dersten defalarca kalmıştım. Önemli değildi ben modern zamanların epik bir sisifus’u olarak yaşayabilirdim ama sonunda taşıdığım kayayı izleyicilerimin üzerine fırlatabilirdim. Öyle görünüyor ki post modern hayat yunan medeniyetini pes ettirdiği için göçüp gitti böyle bir medeniyet. Geri kalan fikir kalıntılarıyla uğraşmak için bir yığın akademisyen tuttular ve hiçbiri Alice’ten nefret edemedi. Herkesin hoşuna gitti tavşan deliğinden çıkan koca dünya hikayesi. Bazıları buna Disneyland diyor. Bazılarıysa yalan dünya. Hâlbuki iki tayfada yanılıyor.
            Neyse, otu alıp eve gittik ve polis bizi görmeden geçti gitti öylece. “Ben namazı kılayım sen otları sar” dedim cevdete. Cevdet bu işin tiryakisi gibi gözüyordu. Uzun süredir içmemiş keşler gibiydi bakışları. Namazdan sonra yanın gelip sarmasını seyrettim otu. İlk nefesten sonra elleri titremeye başladı Cevdet’in. Döndürerek içiyorduk cigarayı, bir bitti, iki bitti, üç bitmek üzereydi. Bir türlü kafayı bulamıyordum. Cevdet’in bakışları çoktan boşluklara ulaştı. Muz görmüş, şempanzeler gibi sırıtıyordu. Bunun bana bir etikisi olmadığını söyledim. Gidip kahvemi içseydim acaba. Ama o da tam ters etki yapıp daha çok ayılmama sebeb olabilrdi. Fakat tezime göre yeterince ayıltacak etkiyi verirse kahve, uyuşturma etkisi de yapabilir. Cevdet bu sefer su şişesini kesip bir delik deldi. Eliyle kesik tarafı kapatıp şişeyi dumanla dolduruyordu ve sonra da dumanı hüpletiyordu derin iç çekişleriyle. Bu şekilde denememi istedi ve denediğinde gerçekten etkili olmuştu. Anlamsız rock müzik kliplerine boş gözlerle bakmaya başlamıştık ikimizde. O esnada kahveleri senin sevdiğin kadar sevmesemde müşterileri senin fincanında düşünemem diye zırvaladı. Belki de bu yarışın sebebini kahveye duyduğu nefrete bağlayacaktı bilmiyorum. Benim de yüzümde sebepsiz bir sırıtma oluşmuştu, içimdeki ben, ben olmayan robot vücuduma acemice hüketmeye çalışıyordu. Sırıttığımı biliyordum yüz kasları kontrol edemesem de. Ellerim götürmek istediğim yere gitmeyip amacından sapıyordu. Gereksiz bir mutluluk çökmüştü üzerime ve “ben ben değilim” dedim. Cevdet dediklerime gülüyor ve TV’ye bakara gördüğü şekilleri anlamlandırmaya çalışıyordu. Birden başım da dönmeye başladı. Bu his bana tanıdık geldi ve hemen doğrulup lavaboya koştum. İki saat önce yediğim akşam yemeğim birden gözler önüne serilmişti. İşte makarna parçaçıcıkları işte köfte parçaları. Çiğnemeden yemenin ciddi manada zararları olduğunu farkettim o anda. Ve o an benim son uçma denemem olmuştu ot üzerinden.

Dükkanımızdaki güzelliğe geri dönelim. Gözlerden başlamak en mantıklısı. Bütün esansın özü gözlerdedir zira. Uzaktan bakınca Gözlerinden akan sütlü kahve şelalesini görebiliyordum. Yanından bakacak olursam heralde bir jakuzi dolusu kahve çekirdekli aromalı nescafede kendimi kaybedecektim. Saçlarının solgun bir sarılığa sahip olması neyin nesiydi acaba. Ne sipariş ettiğini görmek için masasına baktım. Beyaz çikolatalı mocha almıştı. Biraz şaşırdım. Bu tercih genelde hafif obes, kibirli gençler tarafından tercih edilirdi. Tezlerimin altüst olmasını pek umursamam. Ne kadar çok teziniz çürütülürse o kadar az bilimsel olursunuz diye bir şey yok sonuçta. Yine kızın gözlerine kilitlenmiştim. Bir an için kasaya doğru baktı ve göz göze gelmiştik. Bakışlar tam onikiden beni vuruyordu. Nazenin bir gül yaprağı gibi havalanan elini bana doğru sallıyordu. Tanıdıkmıydık acaba diye düşünmeye kalmadan benim burada çalışan bir garson olduğumu farkettim. Muhtemelen birşeyler istemek için garsonu çağırıyordu. Beni değil elbette. Koşar adımlarla maratona katıldım. Kahve desenli masaların arasından bir dansöz kıvraklığıyla sıyrılıp bir anda kızın masasında buldum kendimi. Biraz nefis alışlarım hızlanmıştı. Sakin nefes almaya çalışıyordum ama burnum bir at burnu gibi açılıp kapanıyordu.

“kahve draje alabilir miyim acaba”

“Dudaklarınız için çok uygun bir seçim hanımefendi, hemen geliyor. Zira o dudaklarınızın koyuluğunda eriyen bir çikolata parçası ve içinden çıkacak kahve çekirdeği kadar etkileyeci bir şey olamaz” demek isterdim. Ama sadece “hemen geliyor” demekle yetindim. Bazı kadınlar ürkütmeye gelmeyecek kadar güzeldir. Ve siz malubiyeti baştan kabul etmişsinizdir. Onunla bir aşk yaşayamazsınız. Onun sadee orda oturmasına hatta başka erkeklerle konuşurkan etrafa yaydığı tebessüm gazına tahammül etmekten çok zevk almaya bakarsınız. Çünkü bilirsiniz o size göre değildir. Ama benim felsefemde böyle bir şey yok tabi. Elbet bir gün bu kızı da kendime hayran bırakabilirim. Sadece uygun zamanı kollamalıyım.

Drajeleri almaya giderken aklımdan aşk mektupları şiirleri geçiyordu. Romantik çağın bütün özelliklerini üzerinde taşıyan sanal bir şövalye gibi erkeksi hissetmiştim kendimi birden. Bu kahe dükkanım benim kalem olmalıydı. Ben serenadıma ve mektubuma şu sözlerle başlamalıyım

“60mışlardan çıkma hippimsi güzellik. Saçlarınızın solgunluğu o dönemi anlattan filmler kadar renkli aslında. Kızıla çalan saçlarınızın uçlarında benim küllerimi görmek istemiyorsanız 24 saat içinde bana aşkınızı nakit olarak getirin. Binlik kalpler içerisinde de koyabilirsiniz. Kokunuzu uzaktan bile duyabiliyorum ve karanfilli kahve yapımına ilham verecek bir mucit gibi size kollarımı açmak isterdim. Bir şiir gibi akmak isterdim saçlarınızın arasından. Bit bile olmaya razıydım saçlarında dolaşan. O müthiş esans kokusundan bir parça olan saçlarınızın arasında boğulabilirdim o vakit. Kanınızdan beslenirdim romantik vampirler gibi. Drajenizi isterken Kalın çerçeveli gözlüklerinizden üzerinizden baktınız ya hani, dünyanın bütün karları eriyip küresel ısınmaya katkıda bulundu. Bu sebebepten aslında dünya sağlığı için zararlısınız. Ama olsun ben sizi böyle sevdim.”

Sora birden kendimi toparladım. Eğer yeterince animasyon seyretmiş bir insansanız ve çocukluğunuzda annenizle beraber çok fazla türk sineması izleseydiniz sosyal bir vakasınız demektir. Aşk mektubu nerden çıktı anlamadım. Bir erkeğin bir kıza kendini en ezik şekilde ifade etme aracı: aşk mektubu. Adının aşk soyadının mektubu olduğu birşeyden medet ummanız aslında ne kadar çaresiz olduğunuzu gösterir. Tespitler tespit edilemeyen şeyler içindir.

 Eğitim hayatım boyunca hocalar bana sınıflandırmayı öğretti. Herşey sınıflandırmayla gidiyordu, Afrika kökenli kahveler, yada renklerine göre kahveler ya da sakkoroz oranına göre kahveler diye tasnifler yapılabilrdi. Evrendeki her nesne insanlar tarafından sınıflandırmaya mahkum edilmekteydi. Baklagiller, memeliler, gözlüklüler, işsizler… Hepsi birer sınıflandırma. Sınıflandırma dışında bir şeyler kalırsa, onun için de bir sınıflandırma bulunurdu hemen. Dışarda kalan herşey ya ölmeliydi ya da istisna kabul edilmeliydi. Ben de bu güzel kızı hiçbir sınıfa koyamamıştım. Geçen haftaki kızdan çok farklıydı. Dün gelen kızıysa az şekerli kahve seven ikizler burcu kararsız kızlar sınıfna dahil etmiştim. O, hakettiği yeri bulmuştu. Peki ya bu kızı hangi sınıfa koymalıydı bilemiyorum. Biraz daha zaman geçsindi. Şuan bu kızın en yakın olduğu sınıf ilk tekliflere-hayır-diyen-aşırı-kahve-canı-çeksede-starbucksa-gitmeyen sınıfıydı. Ama bazı tutarsızlıklar gösteriyordu ve henüz bir tasnif için hazır değildim.Drajeleri başkasından yollattım. Bazen malubiyet gibi gözüken sadece zafer hazırlığıdır.

17 Mart 2012 Cumartesi

bigün seni de sevmezlar olur bider.bi ter
belki ben, ben olmayınca severler
sevmezlerse s.ktir et.
ama severlerse de s.tir et.
boşlukta bombok bir atom bombası süzülürse
papağnlar gibi konuşursan
konuş-lanmalısın da
konuş lan
malları kimden aldın

11 Mart 2012 Pazar

o gece gördüğüm korkunç olay ( the horrible event which I saw that night)

gümüş renkli silahını anlına hafifçe dayadığı sırada aynada, silahın yaptığı parıltı gözlerini aldı. Milyon kere milyondan daha klasik bir sahne yaşıyordu hayatında. Başarısızlıklarının ardı arkası kesilmeyen bilmem kaç milyonuncu bir erkekti o. İlkokuldan beri başarısızlıklarla boğuştu. İstediği liseyi kazanamamış, istediği üniversiteye gidememiş ve istediği mesleği edinememiş biriydi. Daha kötüsü istediği kızı elde edememiş ve sigarayı bırakamamıştı. Hatta sigarayı bırakma için gittiği seanslara yığınla para vermişti. Biriktirdiği yığının büyüklüğü tartışmaya açıktı tabiki. Böyle sanki beni başkası anlatıyormuş gibi yazmam bile kendime duyduğum acizlikten. silahı eline alanda kalemi eline alıp yazan da bendim. Böyle bitmemeli diye düşündüm ve arkamda hiç olmazsa bir kaç satır yazı bırakmayı istedim. Tıpkı filmlerdeki gibi. Evet bunalımdaydım, falandı filandı. Her intihar eden insan gibi ben de kendimce bahaneler üretmiştim. Arkamda bıraktığım bu mektubu okuyacak birileri bile çok azdı ya da anlayacak. Ama insan bu işte. Tam ölmek üzereyken sonsuz olmak istiyor ve biraz karalamak istiyor. Bu yazıyı en fazla polisler bulur. 3.sınıf gazeteci arkadaşım meral'in eline geçerse belki o bir gazete köşesinde yayınlar. İnsan en çok ölümü kokladığında yaşamayı biliyor. Asıl intihar etme sebebim. Gördüğüm bir olay karşısında sessiz kalıp hiçkimseye söylememek.
"bazen ölüm gelip seni sorarsa
yaşamadığını söylemek istersin
ama o bilir,
bütün adreslerde yaşayan cesetler
azrailin çay içmek istediği
-ama şekersiz içer-
gözleri puslu insanlar
arkasında bir kaç mektup
ve bir kaç sevgili bırakırlar
cesetleri kokmasın diye
Televizyonu olmayan bu insanların
illaki buzdolapları vardır içi boş"
işte bir şiir bırakıyorum ardımdakilere. Neyse ünlü olmaya gerek yok. Ben basit insanların hayallerini bile rüyamda göremedim. Neydi bu insanların hayalleri. Evlenmek, kadınlanmak, paralanmak ve arabalanmak. Evet Herkesin hayali bundan ibaret. kimse kendini kandırmaya çalışmasın. Ben bile bu yazıyı birgün ünlü olurum diye yazıyorum. Dalga geçmiyorum. Tamam intihar ediyorum ama intihar eden benim karakterim. size bi şekilde sesimi duyurmam lazım ve bu aptal yazıyı nerden bulup okuyacaksınız bilmiyorum. Bir dakika. Bu aptal bir yazı değil. Önce kendim saygı duymalıyım kendi yazdığım yazıya. Bir gün çoook ünlü biri olduğumda, önce kitaplarım sonra filimlerim ve en son şiirlerim yayınlandığında. Bir medya programında bu yazıyı okuyup gülüşerek bana yöneltilen soruları yanıtlayacağım. Bu, kibritçi kızın elinde yaktığı kibritle ısınması gibi bir şey olmalı. Ama hayat yeterince kısaysa bir kibrit çöpü sizi ısıtabilir. Dışarda yağmur yağıyora benzer sesler var. Benim bulunduğum yerden gökyüzü gözükmüyor ve sarı tokmağı olan tahtadan bir kapım var her çaıldığında gıcırdayan.
Evet, intihar etmek üzereyim ve silahın aynada yaptığı parıltı beni planlarımdan bir kaç dakika alıkoydu. Şahit olduğum bir olay beni intihara sürükledi diyordum. Evet şahit olduğum olay. Gece saatlerinde cadde kenarında bir restoranı izliyordum. Unut gitsin hiçbir şey olmadı demek isterdim size. Ama böyle diyip bitirirsem arkamdan küfredersiniz biliyorum. Neyse son müşteriler de restorandan çıkıyordu. Birden o heyecanlı hızlı müzğini duymaya başladım. tempo artmaya başlamış içerde, kasiyer ve yanındaki adam günün hasılatını topluyorlardı. heyecan gittikçe artan bir müzik gibi artıyordu. Kadın ve erkek tartışmaya başladı. Bunu görebiliyordum. Evet müzik de tempoyu iyici arttırmış ve kulağıma vahşi batı filmlerinden bir soundtrack geliyordu. git gide hızlanan desperado müziğine benzeyen birşey. Restoranın kapısından bir amigo her an içeri girecekmiş gibiydi. Restoranın kapısı da şu teksas salonlarındaki çift kanatlı yaylı kapılardan olsaydı keşke. İçeri amigo girmedi. Ona benzer yaşlı, üstü başı kir pas içinde bi amca girdi. sıfatlardan hangilerinin hangilerinden önce geleceğini bilmiyorum. Bu beni kötü bir edebiyatçı yapar. Ama Biraz şansınız varsa ömrünüzüde en az bir kaliteli yazar tanıyabilirsiniz. Azrail sizi okşamadan önce kaliteli bir köşe yazısı okuyabilirsiniz ve biraz fazla şanslıysanız dünyaca ünlü bir yazarın gerçekten ne kadar kalitesiz yazılar yazdığını ve kitap imzalatmak için kuyruğa girenlerin ne kadar geri zekalı olduğunu fark edebilirsiniz. Daha o noktaya gelmediyseniz üzülmeyin. Beni düşünün. sizden daha aşağlarda sıradan insanların hayallerine bile ulaşamamış birine bakın ve kendinizi gerçekten iyi bir konumda hissedin. Belki evinizdeki kanepede oturup az sonra başlayacak maçı izlemeye hazırlandığınız için kendinizi dünyanın en mutlu adamı zannedin. Yok, evdeki kadınsanız, az sonra başlayacak maçı izlemeye hazırlanan erkeğinize bakın ve ne kadar mutlu bir aileye sahip olduğunuzu düşünün bana bakıp. Bana bakın çünkü ben ölmek üzereyim. Size bir sır vereyim mi? siz de ölmek üzeresiniz. ama ölmek reytingleri çok düşük olan ve cumartesi sabahları yayınlanan bir tv programını sadece sizin izlediğinizi keşfetmek gibidir. İnsanlar ölmek üzere olduğunu çeşitli diyet programlarıyla gizleyebiliyorlar. neyse bu önemli değil. Bu hiç önemli değil. sizin ölmek üzere olduğunuz benim umrumda değil. Asıl mesele yazarın ölümü. Yazar burda ölmek üzere. Bu kutsal görevi ben üstelendiğim için siz rahatlamış görünüyorsunuz. Çünkü şu an tanrılara ya da tanrınıza bir kurban vermenin rahatlığı içindesiniz. Ben ölmek üzere olduğum için siz otomatik olarak kendinizi ölmeyecek olanın yerine koydunuz. Tebrikler. Dünyanın en sıradan, bayağı insanı ödülünü size vermek istiyorum. Ölüm şeklinizin iyi olup olmadığını anlamak istiyorsanız, aklınızdan o anda geçen film şeridinin kaç mm olduğuna bakın. eğer 35 mm ve üzeriyse iyi bir ölüm sizi bekliyor demektir. Neyse gördüğüm olaydan bahsediyordum size. Yine o restorandayız, Bu sefer müzik yok, çok büyük bir sessizlik var ve restoran sahipleri olduğunu düşündüğüm erkek ve bayan gözlerini içeri giren yaşlı amcaya diktiler. Dikkat edin, eğer içeri giren şahısa yaşlı adam deseydim bu demektir ki içeri giren şahıs kötü adam. kimseye çay söylemeyen bir insan. ama ben yaşlı amca dedim. Bu, onu sizin gözünüzde masum yapmaya yetmedi mi? Bazenn ne kadar kaliteli yazar olursanız olun, sizin reklamınız yapacak tek firma ölümdür. Arkanıza dönün ve bir bakın. Öldükten sonra ünlü olan kaliteli yazarların sayısı izlediğiniz porno filmlerden kesinlikte daha fazla. Bu demektirki, çoğu yazar öldükten sonra ünlü oluyor. Çünki hayattayken bu adamların kıymeti bilinsede kıskanıldıkları için ünlü olmalarına izin verilmiyor. Siz yine de hikayeyi anlatmamı istiyorsunuz değil mi. Oysa ne kadar körsünüz. size zaten iyi bir hikaye anlatıyorum. ama siz gerizekalı yaşlı bir adamın girdiği restoranda napacağını merak ediyorsunuz. Hayat bütün ayrıntıları öğrenecek kadar uzun değildir. Gördüğünüz ilk ayrıntıyla evlenin. Peki, bu yaşlı amca iyice kasaya yaklaşıp birşeyler söylüyor. Erkek ve kadın birbirine bakıyor bir kaç kelime birşey söylüyor ve kasadan bozukluk çıkarıp adama uzatıyorlar. Yaşlı adam parayı alıyor, cebine uzanıyor. Cebinden siyah bir cisim çıkarıyor. Siyah küçük bir fare olduğunu anlıyorum bunun. Kasadaki kadın çığlığı bastığına dair hareketler yapıyor. Bazen insanların ne dediğini anlamasanızda ne yaptığını iyi bilirsiniz. Bu size ölmek için iyi bir neden vermez ama bazen bozuk paralar ölmek için yeterince bozuk değildir. Adam fareyi silah gibi restoran sahiplerine doğrultuyor. Bu sefer, erkek olan koşa koşa biyerlere gidip hemen geri geliyor. Sanırım faresi için yiyecek istiyor adam. Asıl soru ise şu, henüz kendimi vurmamış olmama rağmen benim elimde niye kan var? Peki bu sizin için önemli bir soru değil, çünkü siz adamın ne yaptığıyla ilgileniyorsunuz. Adam yiyecekleri de alıp restorandan çıkıyor. Bende merakımdan adamı takip etmeye başlıyorum. Adam bir eve girmek üzere ve tahtadan kapının önünde duruyor. sarı tokmağı tutup kapıyı ittirerek içeri giriyor ve masasının başına kanepeye oturuyor. elindeki farenin kafasını masaya sertçe vurarak farenin beyinin paramparça olmasını sağlıyor ve adamın masası kızıl bir renge bürünüyor. elini silmek için mendil ararken çekmeceye uzanıyor ve mendil yerine silahıyla göz göze geliyor. Tam 35 mm lik bir film şeridi de aynı anda aklında hareketleniyor. Adam bir yandan birşeyler yazarken kanlı olan sol eliyle de silahına uzanıyor,Önce silahı kafasına dayıyor ama biraz ara verip yazmaya başlıyor. Sonra, silahı sanki tek eliyle saksıya çiçek ekmeye çalışan biri gibi ağzına dayıyor. Bir yandan da yazmaya devam ediyor. İşte gördüğüm bu olaylara dayanamıyorum. Sol elimde tuttuğum tetiği çektiğimde bundan haberiniz olmayacak, çünkü artık yazamıyor olacağım. Onun için benim hikayem sizin için buraya kadarmış. Eğer yeterince şanslıysanız, hikayemin sonunu anlamyacak kadar aptal doğmuşsunuzdur.

Ölünün uyanışı(Bölüm 38)

Amerikanların dediği gibi “jesus fucking christ”. İntiharın bu kadar can yakıcı bir eylem olduğunu bilmiyordum. O kadar yüksekten atlamanın kesin ölümle sonuçlanması gerekiyordu. Peki ölmüş müydüm? Öldüysem şu an çektiğim acı cehennem azabı mıydı? Yanağımın ve kıçımın üşüdüğünü hissediyorum. Biraz da ışık var galiba. Ölmeden önce herkesin gördüğü ışığı mı görüyordum? İnsanların bir çok şekilde intihar ettiğini düşünüyorum. Böyle anlarda insanlar alakasız şeyler düşlerler. Matematik sınavlarında soru üzerinde düşünürken uzayda dondurma yenilebilir mi diye düşünürdüm. Bu fikri ne kadar fazla aklımdan atmak istesem de gelir yapışırdı. Sonra kendiliğinden sessizce giderdi. Yüzümün hafif gölgelendiğini hissettim. İşte melekler hesap sormaya gelmişti. Ağzımı kıpırdatabildiğimi hissedince hemen soruyu yönelttim,  -soru sormaya mı geldiniz?

-galiba o görev bana ait değil. Ben de bekliyorum ve henüz hiç kimse soru sormadı.

-sen kimsin peki

-ölüp ölmediğini bile bilmiyorsun ama merak etmekten vazgeçmiyorsun. Kim olduğumu sorduğunda ismimi mi kastettin yoksa mesleğimimi?

-kim olduğunu sorduğumda benimle ne alakan olduğunu öğrenmeye çalıştım sanırsam. Yani içimde olduğum durumun ne olduğunu anlayabilmem için biryerden sorular sormaya başlamalıyım. Kim olduğunu öğrenmekten başlamak uygun bir refleks gibi geldi bana. Bir ölüye göre de, ya da ölüysem eğer hala yaşadığım gibi konuşabiliyorum.

-ölmüş olarak mı konuşmayı dilerdin peki, yada başarısız bir intihar girişiminden çıkmış olmayı mı dilersin?

-zor bi soru sordun. Başımın sol tarafı da donmuş durumda galiba. Ölmüş olup bütün bunları yapabilmek daha ilginç zannedersem. Hala biraz otantik ve karizmatik olmayı diliyorum demek.

-ölmüş olmak tehlikeli oyunlarla ilintiliyse, o zaman yaşamak biraz anlamsızlaşır zaten.

-algıda kıtlık mı yaşıyorum yoksa sen mi anlaşılmazsın. Acaba tanışabilir miyiz?

-tanışmamızın sana bir yardımı olmaz. Yaşadığın insanlarla çıkar ilişkileri doğrultusunda kurduğun arkadaşlık mantığı benimle kuracağın ilişkide olmamalı sanırsam. Sana faydamın olmayacağını varsayarsak tanışmak anlamsız. Ama seninle konuşmam bile senin faydana işleyen bir eylem. Şu an eyleme ve harekete muhtaçsın. Eylem yaptığın sürece yaşadığını zannediyorsun ya da daha canlı hissediyorsun kendini.

-doğru olabilir. Ben ismimi pek hatırlamıyorum galiba. Senin isminle başlasak iyi olacak sanırım.

Doğrulup oturmaya çalıştım fakat hareket kabiliyetimi kaybetmiş gibiydim. Benle konuşan şahsiyet yanıma eğildi.

-Benim adım Himmet Senol. Bir zamanlar ben de senin gibi bir eylemde bulundum. Kendi balkonumdan atladım. Ama intihar ettiğimi yediremediler. Korktular belki de mesuliyeti üzerlerine almaktan. Bilmiyorum ama kayarak düştüğümü iddia ettiler. Ne korkakça bir son.  70li yıllardı sanırsam. Günlerden 26 Marttı. Günleri yıllardan daha iyi hatırlıyorum. Ama yorulduğumu hatırlıyorum. Sevgi de çok kolay yorulurdu. Benim yoruldum ve dinlenmek için balkondaydım.

-Herkes yorulunca balkona çıkar tabi ya. Ben de yorulmuş olmalıyım. Demekki insanlar yorulduğu için ayakları kayar. Ya da ayakları kaysın ister.

-tüme varımlar yaparak zihnini tembelliğe alıştırıyorsun. Sonra da kendini bilim adamı zannediyorsun.

-aslında akademisyenim bilim adamı değilim. Yani insanlık adına daha lüzumsuz şeylerle uğraşırım. Edebiyat yaparak insanlara faydalı olabileceğimi zannetmiyorum. Sevgili Himmet, biz burda kanlı canlı olarak konuşuyor olsaydık, ya da kanlı bir himmetle arkadaş olsaydık, bir akademisyen gibi seninle konuşsaydım, alengirli laflarıma maruz kalsaydın, sana evrenin ne kadar dolu ve bizim ne kadar onun bir parçası olduğumuzdan bahsetseydim sen konuşmanın çabuk bitmesini temenni ederek inanmış gibi görünürdün. Bende görevimi yapmış gibi düşünürdüm, herkes mış gibi yaptığı zaman, herşey yolundaymış gibi görünürdü. İkimizde rahat bir nefes almış gibi yapardık. Yaşamış biri olarak son dakikalarımızı geçirdiğimizi düşünene kadar senle konuşmaktan ya da konuşurmuş gibi yapmaktan vazgeçmezmiş gibi yapardım.

- O zaman şu an ölmüş gibi yaparak aslında canlı bir konuşmanın devamını yaşıyormuş gibi yapıyor olabilirsin.

-Önemi yok. Ben çocukken de yönetmen olmak istemiştim. İnsanları yönetmek ya da bir şeyler yaratmak gibi zevkli bir şey yok. Peygamber olsaydım ben de çamurdan kuşlara üfler onlara hayat vermek istermiş gibi yapardım.

- Neden intihar edermiş gibi yaptın?

-mış gibi yapmadım. Gerçekten insanlar bir şeyler  yapmaya kalktığında, yapmak istedikleri şey, asla kafalarında tasarladıkları gibi tamamlanmıyor. Yani platonun idealar dünyası gibi. Kafamızdaki fikirlerin dışa vurumu aslında kafamızdakilerin dışa vurulmuş gibi yapan halleri. Kafamdaki intiharı asla böyle tasarlamamıştım. Doğrulmama yardım eder misin?

-doğrulmana yardım edermiş gbi yaparsam yaşadığını zannedermiş gibi yapacaksın. İyisi mi kendi kendine kalkmaya çalış.

-biraz çocukluğumuza dönermiş gibi yapalım o zaman. Çocukken herşey biraz daha basit gözüküyor. O zaman beni çıkarsız doğrultmayı deneyebilirsin.

-Tamam hadi burdan kalk ve gidelim. Hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam et.

-hayatıma zaten devam ediyorum. Hiçbir şey olmamış gibi davranmama da gerek yok. Bir şey olduysa, bir şey olmuş gibi devam ederim. Zaten hiçbir şey olmamış gibi devam edersem aslında bir şey olmuş da ben onu olmamış gibi düşünüyormuşum gibi hayatıma devam ederim. O zaman da derin yaralarla hayatıma devam etmiş olmaz mıyım?

- Doğru. Kesinlikle böyle bir şey olurdu. Ben insanların yokluğunu karanlık olunca fark edemediğimden yok kabul ederim.

-bense senin varlığını yüzüme bıraktığın gölgeyle fark ettim.

-demekki ışık oyunlarıyla birşeyin varlığı ya da yokluğu hakkında yorum yapabilme ahmaklığına sahibiz. Artık ismini hatırlayabiliyor musun?

- İsmimi hatırlıyormuş gibi yaptığımda adımın Tahir olduğunu düşünüyorum. Bir de kızıl saçlı güzelin silüeti geliyor aklıma.

-gözlerini kapadığında aklına gelen şekiller aşık olduğunu düşündürmesin sana demek için çok geç. Aksini düşünseydin zaten burda olmazdın sanıyorum.

-nasıl?

-intihar etmezdin zannediyorum. Yorulman beynindeki aşık olmuşsun gibi yaptığın kızın şekilleriyle ilintili sanıyorum.

-Bilmem. O durum biraz karışık. Yani intihara tamamen başka bir sebeple giderken, son anda yapılan bir telefon görüşmesi de etkilemiş olabilir benim durumumu. Bak şu an ne kadar farklı şeylerden bahsetsek de aklıma gelen şey kafede oturan mini etekli bir kızın eteğinin hafif açılması ve benim onun bacaklarını kaçamak bakışlarla süzmem. Konuyla hiçbir alakası olmamasına rağmen böyle şeyler düşünebiliyorum. Bu olayın bir zamanlar gerçek olduğunu biliyorum. Ya da aklımda öyle kalmış.

-Olabilir, bende sevgiyle sevişirken bazen Bilge’nin sarımsaklı cacık yiyişini düşünürdüm. Bunu yapan V. Himmet olsa da , ayağım kaydığın da onun da ayağını kaydırdım sanırsam. Sarı Himmet, ya da sizin bildiğiniz II. Himmet de öldü biraz.

-70lerden kalma olduğunu sanıyorum. Kendine padişah rakamlarıyla hitap edecek kadar yaşlı görünmüyorsun.

-yılları iyi hatırlıyamıyorum. Belkide 1570lerden kalmayımdır.

-Hiç öyle düşünmemiştim. Ne gibi bir durumun içinde olduğumuzu bana söyler misin?

-Akla gelen en basit cevap arafta olduğumuz. Arafta olabiliriz. Ölmemiş olabilir. Yada öldükten sonra böyle olabiliriz.

-Bu üç ihtimalden başka bir ihtimal de yoktu zaten.

-İhtimaller çok fazla. Ben bunları senin için üçe indirgedim.

-ben hala doğrulamıyorum.

-Bu demek oluyorki o şekilde eylemlerine devam edeceksin. Sohbet edermiş gibi yapmak canını mı sıktı?

-Sanmıyorum. Ama özlemiş gibi yapmak canımı yaktı.

10 Mart 2012 Cumartesi

benimle aşkın sonuna kadar dans et

Çok romantik bir aşk hikayesinin ortasından çıkmamıştı Ali. Sıradan insanlar gibi kalktı yatağından. Sıradan insanlar gibi küfürler ederek uyandı pazartesi sabahına. Hergün yeni bir destan yazmak adına uyandığını kimse bilmiyordu. Sokağa çıkınca sigarasını yaktı. Sigarasını yaktı ama filmlerdeki kovboylar gibi değil. Kahvesini entelce yudumlayan aydınlar gibi değil. Sıradan insanlar gibi yaktı sigarasını. Acındırmaya gerek yok Ali'yi. Agitasyona, dramaya gerek yoktu onun için. Her sabah neden uyandığını bilmeyen bir marangoz çırağıydı Ali. Bir soru fazla yapmış olsaydı, 20 saniye daha zamanı olsaydı şu an üniversitede olacaktı. Ama bu ayazda, gün doğmadan yola çıkmak zorunda.
Bir epik kahramanıydı Ali. Homer'in anlattığı hikaye kahramanları gibi. Köroğlu destanı gibi. Hatta daha fazlası. Onun savaşmak zorunda olduğu somut kötü adamlar yoktu. Yel değirmenleri bile yoktu savaşacak. Sigarası bitince otobüse binmek için kuyruğa girdi. Ali birşeyler yaşamak için kuyruğa girmek zorundaydı. İki silahşörün çarpışmasından daha az heyecanlı değildi bu kuyruklar. O beklemek zorundaydı. Tedavi olmak için, ekmek almak için, bu ülkenin vatandaşı olduğunu belli etmek için beklemek zorundaydı kuyruklarda. Hatta bazen aşık olmak için kuyrukta beklemek zorundaydı. Sırada o kadar çok bekleyen vardıki. 20 saniye daha zamanı olsaydı yazar olacaktı belki Ali. Olsundu, kader böyleydi. Takmıyordu Ali. Her sabah niye uyanmak zorunda olduğunu bilmiyordu. Neden yaşam mücadelesi verdiğini bilmek, kahramanlıklar yaşamaktan daha zordu. Bir yangından bir bebeği hiç kurtarmamıştı. Askerde hiç çatışmaya girmemişti. Döndüğünde anlatacak bir hikayesi yoktu. İnsanlar aksiyon filmlerine bayıldıkları için hiroşima bir insanlık ayıbıydı. 11 Eylül masum insanlar mezarlığıydı. bilim kurgular heyecan vericiydi. Belki bunun için Ali hiç sevilmedi ve tanınmadı. Doğru yerde ve doğru zamanda olmayı başaramamıştı. Ali gibi bir milyar insan ya da daha fazlası, her sabah uyandıkları için kahramandılar. Yasak aşklar kadar heyecanlı değildi onun aşkı. Müşterilerden birinin kızını sevmişti. açılamamıştı değil, açılmamıştı. Kahpe bizansın yiğit güzeli değildi çünkü karşısındaki. Bir filmin kahramanı olarak yaşayamazdı ya da bir romanın. Yorgun ve argındı iş dönüşü. Kimse onun bu zaferle dönüşünü kutlamıyordu. Çok yorgundu. Birgün daha bitmiş, birgünü daha alt etmişti, kızılderililerin ok yağmurundan kurtulup, ateş saçan ejderler arasından geçmediği için kimse sevmemişti onu. Sıcak ekmek almak için fırında girdiği mücadeleyi kimse hayranlıkla karşılamamıştı. Paketindeki son iki sigaradan birini arkadaşına verdiği için kimse ona fedakar demiyordu. Hergece yalnızlıkla başbaşa kalıp sabahına sağ salim çıkabilen yaşlıları da kimse takdir etmiyordu. Belki eli silahlı bir mafya babasını alt etselerdi. O zaman manşet olurlardı. Kimse güneşin doğduğunun farkında değildi artık, kimse peygamberlik iddiasında bulunmuyordu. kimsenin eli silah tutmuyordu. Ne sıkıcı bir yüzyıla denk gelmişti Ali. At sırtında uzun yolculuklara çıkamıyor, gövdeler üstünde duran gavu kellelerini uçurmuyordu. Bugün bir kapıyı cilalamıştı Ali. Vernik kokusuyla başa çıktığında, kimse bakmadı ona gaz odasından sağ çıkan bir yahudiymiş gibi. Akşam yattığında gözlerini kapayıp hayaller kuramıyordu Ali. Çünkü çok yorgundu. Gözlerini kapar kapamaz hiçliğin içine düşüyordu ve gözlerini açtığını zannetiğinde aynı kabusun içindeydi. Sabah olmuştu. Yine her türlü zorluğu aşıp 12 saat çalışmaya gidecekti. Şanslıysa mesai olmayacaktı bugün. Şanslıysa, belki pazar günü tatil bile olurdu. Neden gözlerini açtığını bilmeyerek açtı gözlerini Ali...

3 Mart 2012 Cumartesi

- Roman Hazır Mı? + Evet hazır, sadece yazması kaldı!


                                                                  2007

Zaman sadece bizi yaşlandırmak için aksaydı, çok da anlamı olmazdı sanırım.

Eğer geçen dakikalar, saatler ve yıllar bizde olumlu yönde bir değişiklik yapıyorsa işte o zaman geçen zaman için üzülmenin de bir anlamı kalmaz. "İki günü aynı olan ziyandadır" hadis-i şerifinden ben biraz da bunu anlıyorum. Bir aforizma ise şöyle der: Yaşlanma önemli bir şey değil, tabi bir kalıp beyaz peynir değilseniz…

Bizde iki dost olarak yaşlandık belki, eğer ölüm anımızı bilemiyorsak, 25 yaş ile 90 yaş arasında pek de bir fark yok demektir. Ama sevindiğimiz nokta, biz yaşlanırken hep hayata biraz başka açıdan nasıl bakarız diye düşündük, bunun için okuduk, bunun için tartıştık.

Hala egoistiz belki, hala içimizde yenmek isteyipte yenemediğimiz duygularımız var, ama konuşabiliyor ve düşünebiliyor olmak, her şeyin üstesinden gelinebileceğini gösteren en büyük işarettir bizce.

Farklı yollardan geçtik, aynı şeyleri hissederek. Ters düştük kavga ettik, sabahlara kadar kafa yorduk bazen, bazen bir nargile dumanında hayallere daldık, günahları da sevapları da neden yapıyoruz diye tartışarak bulduk. Şimdi ise aradığımız içimizde biriktirdiklerimizi en güzel nasıl dışa vuracağımızla alakalı. Belki bu bir “Made in China” roman olacak şimdi.

Evet, dostlar yanlış duymadınız bir romana başlamaktayız bu blog yazarları olarak. Nasıl bir şey çıkar ortaya, ne kadar becerebiliriz bilmiyorum, ama orijinal bir şey çıkacağını bu bloğu bir aydır takip eden birisi bile anlayabilir. Bu roman edebi veya ebedi olmayabilir, ama hayat bize şunu öğretti ki, başlamak, başlayabilmek bazen bitirmek kadar önemlidir.

Hayat hakkında öğrendiğimiz en önemli şey, durmadan akıp gidiyor oluşu. Onu durdurmak yerine, ona ayak uydurmak en iyisi beklide. Biz yazmayı çektik, belki daha sonra yazdıklarımızı hayal edip kamera arkasına geçmeyi.
Umarım başarabiliriz. Başarırsak, yâda ikimizden biri başarırsa, şöyle esprili bir sözü hatırlayacağım 3 İdiot filminden:

That day we learned, when your friend flunks, you feel bad, when he tops, you feel worse.  J
                                                                                             
                                                                                                               Amansız Zamansızlar



2012