31 Temmuz 2011 Pazar

Manifesto



1. Önderimiz Hz. Nolan dır.

2.Nolan sadece izlenmez, damarlara işlenir ser hoş yapar... 

3.Siyonistler ve Her işi yolunda giden insanlar giremez. 

4.Bu blog cuma günleri kapalıdır.

5.Çağımızı sadece Hız ve Haz çağına çevirenlere dur demek, bir ihtimal daha olduğunu göstermek vazifemizdir. 

6.Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar müdahil olabilir.

7.Nargile yahut, Djarumu bir kere denemiş olmak statü kazanma sebebidir.

8.Envira yerlileri kardeşimizdir ... Rahat bırakılmalılardır.

9.Kızılderililerin ateş suyuna, Köroğlunun tüfeğe olan nefreti kutsaldır.

10.İki ayaklılar kötüdür, dört ayaklılar hayvan. 

11. ............................................................................ ! 

12.Her manifesto gibi, bu da aşılmalı,yıkılmalı bir devrimle yeniden yazılmalıdır. 

13.Bu sayı uğursuz değildir, ortada illa bir uğursuzluk aranacaksa,sayıya bu yüceliği atfeden eşrefi mahlukatın sorunudur...

Zamansızların 1. Ayı

                                     Ne içindeyim zamanın,
                                    Ne de büsbütün dışında;
                                   Yekpare, geniş bir anın
                                   Parçalanmaz akışında.
                                                                        Ahmet Hamdi

Blog 1. Ayını doldurmuşken bir iki kelam edelim dedik.

Amansız Zamansızlar … Bu isimde nereden çıktı diyebilirsiniz, burada cümlelerce felsefesi yapılabilir aslında ama sadece öyle hoşumuza gitti, daha iyisini bulana kadar bu olsun dedik.

 Zaman gerçekten üzerine düşünülmesi gereken bir olgu, üzerine onlarca dayanaksız teori atılabilir, dayanaksız diyorum, çünkü kanıtlamak oldukça zor, çünkü bizatihi o olgunun içindeyiz şu anda. Her neyse bizim amacımız burada içinde bulunduğumuz zamanı daha değerli kılmak, ve zamansız, zamanın eskitmediği şeyler yazıp paylaşabilmek.

İki kişi olarak yola çıktık, bu blog açılırken. M.köyde Hamburg Kahvehanesi denilen yerde başladık, daha sonra Fatih At pazarı Meydanı yakınlarındaki, kahvenin 1 lira, suyun sınırsız ve bedava olduğu, mekân sahibi amcaların özel güçleri olduğuna inandığımız 2 metre kare mekana kadar uzandık.

Geçtiğimiz 1 ay içerisinde 50 kadar yazı yayınlandı tarafımızdan, sürekli güncellemeye çalıştık ve devam da edeceğiz. Şu yukarıda yüzen balıklarda bu blogun yazarlarını simgeliyor, iki tane balık, yazar sayısı arttıkça, balık sayısını da artırmayı düşünüyoruz. Fare imgesi ile sol tıklayarak, bu acayip balıkları beslemeyi unutmazsanız seviniriz.  Kimliğimizi bizi bilenler dışında açıklamayı şimdilik düşünmüyoruz, hangi yazıyı kimin yazdığı da çok önemli değil, yazıların orijinal olması bir yerden alıntılanmaması zaten bizim imzamızdır diye düşünüyorum.

Amansız Zamansızlar ekibi olarak 1 ağustos itibariyle, hem de ramazan bereketiyle ilk bir ayımızı doldurmuş bulunuyoruz. Kafamızda birçok proje var, nasip olursa yavaş yavaş onları hayata geçirip, amansız zamansızlar çetesini daha dişe dokunur hale getireceğiz. Okuyan beğenen, beğenmeyen tüm okurlara saygılar sevgiler, Güzel Ramazanlar ….  

26 Temmuz 2011 Salı

Düz Sevmek

seni seviyorum çünkü mükemmel değilsin
bu yüzden çok seviyorum işte sıradan bir 'insan'sın...

Sigara


Bırakmak mümkün olmayacak galiba
Hem elini, hem sigarayı
Savaşmak mümkün olmayacak galiba
Ne ayrılıkla, ne sigarayla ....
Koyunca böyle arka arkaya, Nasılda anlamını yitiriyor değil mi?
Sigara, sigara, sigara, sigara, sigara ….
Hani şu uzun ince, benim gibi
Ve yanıyor yavaş yavaş, benim gibi
Bir tek elinin değdiği yer kalıyordu yanmadık değil mi?
yok yok bu benim gibi değil, çünkü elinin değdiği her yer…
neyse neyse boşver …

Ne demiştim sahi
Bırakmak mümkün olmayacak galiba, ne elini ne de sigarayı …

24 Temmuz 2011 Pazar

Sevgili Olmak Üzerine



Karşılıklı iki tasma takıp birbirimize
Çekiştirip duruyoruz.
Çekiştirme bitip yanak yanağa kadar yaklaşınca
Bunu aşk sanıyoruz,
Ve o an tasmaların farkına varıp kaçmaya çalışıyoruz.

Bir sohbet esnasında Artvinli filozof arkadaşım Salih’in söylediği yukarıdaki sözü çıkış noktası yaparak ilişkiler hakkında bir iki kelam etmek istiyorum burada. İlişki algımızda bazı yanlışlar olduğunu düşünüyorum özetle…

Bana öyle geliyor ki bizde var olan genel yanlış, karşımızdakini yaşamak yerine, o ilişki dediğimiz sınırları daha önceden konulmuş kalıbı yaşamak. Sonra bir de bunu sürdürebilme derecesiyle övünüyoruz, yok benim ilişkim 2 sene sürdü hayır benimki 3 sene sürdü filan diye…

Ama “ilişkinin uzunluğu kalitesiyle alakalı bir ölçüt” bile değildir. “İlişkim uzun sürdü” cümlesi bizatihi özne olarak karşımızdakini değil ilişkiyi gördüğümüzü gösterir, bu da az önce bahsettiğim kalıbın tam olarak içine düşülmüş olduğunun göstergesidir.

Bu kalıp, adına ilişki dediğimiz, olması gerekenleri belirlenmiş, belli konuşma dakikaları, belli sms kalıplarına sıkıştırılmış, görev olarak yapılmaya başlanmış işler ve klişe olarak söylenegelmiş sözlerdir.

Nedense iki insan sevgili olana kadar başka, daha eğlenceli, daha rahat konuşabilirken, ilişki başladığı anda bir şeyler oluyor. Bedensel olarak yakınlaşma başladığında ruhsal olarak neden birbirimizden uzaklaşıyoruz hiç düşündünüz mü? Sevgili olmak neden omzumuza bir yük yüklüyor, oysa bizi daha da rahatlatması gerekmez mi? Sevgili olmadan önceki o samimi, dostane sohbetler, sevgili olunca nereye kayboluyor?

Şimdi meselenin tam olarak adını koyalım, o da şudur ki, biz sevdiğimizi o insan olduğu için severiz, yoksa istediğimiz insan olma ihtimalini falan değil. A kişisi B kişisine benzemeden de özeldir ve pek ala B kişisini tamamlıyor olabilir. Ama biz genelde, karşımızdaki insanı değiştirmeye ve istediğimiz kalıplara sokmaya çalışıp duruyoruz. Zaten o kalıba girince de bi esprisi kalmıyor ve sıkılıp bırakıyoruz.

Sadık Yalsızuçanlar bir sohbetinde:
“Türk erkeği Züleyha gibi güzel bir kadın ister, sonra onu Meryem gibi sadık hale getirmeye çalışır başına vura vura, sonra yeni halinden tekrar sıkılır ve yeni Züleyhalar aramaya başlar ” demişti.

 İşte tam olarak bundan bahsediyorum. Sen zaten o kişiyi öyle sevmişsin, neden kendi kedine o büyüyü bozmaya çalışıyorsun ki. Sonuçta karşındaki şahıs senin aidiyetin değil, eğer bunu böyle görürsen aynı hakkı karşısındakine de tanımak gerekir. Bu durumda onu bir meta yani mal haline getiririz. Bu da görüldüğü üzere “mal” ca bir tutumdur.


İlişkide iki ayrı birey vardır, bunu unutmayalım, bunlar ortak bir amaç için bir araya gelirler ama kişiliklerini arkada bir yerde bırakmazlar. Ben senin huyuna gideyim, sen benim huyuma git muhabbeti bir gün bozulacaktır.
Yaptığınızı bir başkasının bunu sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun bunları sizden beklemesi de, sizin bunları beklediğinizi, umduğunuzu sanmasından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir. O zaman ortaya gerçekten budalaca bir durum çıkar. ”

Peki, ne zaman farkına varılır ve maskeler düşer?
           
Romancı Serdar Özkan demişti ki : “Bir karakterin gerçek tepkilerini öğrenmek istersen ona baskı uygula, yani zor şartlar artında bırak. Bak o zaman gerçekte yani özünde neler olduğu ortaya çıkar”. Basite indirgeyelim bu söylemi :

Şu meşhur hikâye vardır ya: İki köpek varmış, çok iyi anlaşıyorlarmış. Bir adam bu köpekleri görmüş vay be demiş, insanlar da böyle olsa keşke...  Sonra bu adamın temennisini duyan başka bir adam ortaya bir parça et atmış ve az önce dost olan iki köpek birbirini yemeye, saldırmaya başlamış. Bak demiş onların dostlukları da buraya kadarmış.  Serdar Özkan’ın sözünü hatırlarsak, bu hikâyecikteki baskı unsuru “et” dir.

 Bu, normal sevgili ilişkilerinde ise karşımıza çıkan engeller, kıskançlıklar, kötü günler veya karşımızdakinin istemeden yaptığı hatalar olabilir. Şunu anlamamız gerekir ki dört dörtlük yolunda giden bir şey olması, teoride de pratikte de mümkün değildir. Bu ancak Tanrısal bir düzene işaret eder. Konumuza dönersek, yaşadığımız olumsuzluklar gerçek yüzlerin ortaya çıkmasını sağlar, bir anda maskeler düşüverir. Karakteri çok otoriter olan bir kadının, bu durumu ilişkisinde gizleyerek erkeğin her dediğine eyvallah deyip, bu duygusunu bastırması, ama bir gün, bu gerçek kişiliğini ortaya çıkardığında kavgaların başlaması gibi düşünebiliriz.  Belki istemeyerek, o ilişki kalıbı içinde bir tarafın alttan alması gerektiği, bir tarafın kendi karakterini gizlemesi gerektiği öğretiliyor bize örtük olarak kim bilir.

Birde şuna değinmek isterim ki ilişkilerde çiftlerden biri diğerini taşımak zorunda değil, yan yana yürümeliler. Bu konuda da yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyorum. İlişkilerimizde bazen bir taraf, bazen diğer taraf ötekini manevi olarak sırtına almak zorundaymış gibi hissediyor.  Ona zor zamanlarda kollarından destek olmak yerine, onun ayakları olmaya çalışıyor ve bir süre sonra yorulunca mızmızlanıp, içten içe o insandan soğuyor. Sanırsam şunu yapabiliriz, sevgilimiz bizsiz de yaşayabilsin ama bizimle daha bir güzel yaşasın. Yana yana yürüyebilmeliyiz.
           
Bir Kızılderili atasözü der ki : “Önümden yürüme takip etmeyebilirim, arkamdan gelme doğru yere götüremeyebilirim, o yüzden yanımdan yürü beraberce bulalım doğru yolu.”

Yan yana yürürken, iki kafa olarak düşünürken, zorlukları bile daha çabuk aşıp, bize zarar verebilecek tehlikelere karşı daha rahat önlem alabiliriz. Ama nedenini anlamadığım bir şekilde, bir içe içe geçme, her şeyiyle beraber olma durumu yaratılır ilişkilerimizde. Tüm özel hayat paylaşılır mesela karşısındakiyle. Ortak facebook hesapları, ortak mailler açılır, rahatça karşısındakinin telefonu kurcalanır, “ay bizim ayrımız gayrımız mı var” denip bir de bu yapılan meziyet sayılır. İnsanlar nedense birlikte olmayı, kendi karakterlerini silip, ortak bir karakter oluşturma gibi algılarlar. Facebook hesabı da öyle değil mi, sonra ilişki bitince düşün dur, hâkim ortak açılan hesapların velayetini kime verecek diye J

Şaka bir yana, bu iç içe geçme durumu abartılır, karşındaki gibi düşünmeye başlarsın ve ortaya çıkan en ufak problemler bile çözülemez hale gelir. Ortak akıl değil, yaratıcı akıla ihtiyaç vardır oysa. Einstein der ki : “Bir problem onun ortaya çıkaran akıl düzeyinde kalınarak asla çözülemez.” Yani çok içe içe olmuş, kendini kilitlemiş insanlar da sorunlar karşısında aciz kalabilir. Hadi onu geçtim, ortak hayatların olmadığı yerde pek tabi ki bir süre sonra sıkılmalar, söylenmeler, pişmanlıklar başlar. Artık karşısındakinden başka bir hayatın olmadığını kabullendiğin için, tüm bilinmeyenler ortadan kalkar ve ne acıdır ki, bilinmeyeler ortadan kalkarsa ilişki de bitme sürecine girer.

Bu konuya bir kez daha vurgu yapmak istiyorum. Bir ilişkide bilinmeyenler bittiyse, karşındaki insanda çözecek hiçbir şey kalmadıysa ve artık her adımını tahmin edebiliyorsan o ilişki ölü bir evreye girmiş demektir. Yukarıdaki resimde gördüğünüz gibi, kafamızda soru işaretleridir bizi birbirimize bağlayan. Bunları yavaş yavaş çözmek, tek tek her gün yeni bir özelliğini tanımak ilişkiyi dinamik tutan şeydir. Hani derler ya her gün yeniden âşık oluyorum, her şeyini bilirsen her gün yeniden âşık falan olamazsın kusura bakma. Bu yüzden yukarıda bahsettiğim gibi, iki insan kendine has özelliklerini korumalı ve sevdiği şeyleri yaparken  : “aaa acaba o ne düşünür” diye sormamalıdır.
           
Bunları söyledikten sonra neden ayrı ayrı hayatların bizde pek hoş karşılanmadığını sormak gerekir. Neden iki insanın da ayrı şeylerden mutlu olabileceği, başka yerlerde olmaktan da zevk alacağı gerçeği göz ardı edilir. Bunun tek sebebi vardır. Hayır, bilemediniz onu çok sevip, hiç ayrılamayacak olmanız değil, bunun en büyük sebebi: Kıskançlıktır…
           
Burada kıskanma duygusunu yerden yere vuracak değilim merak etmeyin. Kıskanma duygusu Neşet Ertaş ustanın “Kıskanırım” türküsündeki anlam yakalandığı takdirde kutsaldır. Hatta Cem Yılmaz’ın Arog filminde en sevdiğim sahnelerden biridir. Kahramanımız Arif’in içine düştüğü taş devrinde kabile reisinin kızına “Taş” yakıştırması yaptıktan sonra, babanın kızarak : “Hop hop ne oluyor” demesi ve Arif’in bunun üzerine sevinerek : “Güzel, ahlaki sistem oturmuş, kıskanma var… Çok iyi bir şey bu …”  demesiJ


           
Yani kıskanma kötü bir şey değildir ama kıskanma bir süre sonra diğer duyguların önüne geçip, kendini gerçek aşk gibi göstermeye başlar ki sorun tam da orada başlar işte.
           
Maya Angelou şöyle der : “Kıskançlık bir ilişkide yemeğe katılan tuz gibidir. Kararınca olursa lezzet katar, ama fazlası tüm lezzeti bozduğu gibi, bazı durumlar altında öldürücü bile olabilir”
           
Kıskanmanın fazlası direkt olarak güven problemine tekabül eder. Ama bu güvensizlik karşınızdakine değil, esasında kendinize duyduğunuz güvensizliktir… “Kıskançlıkta karşınızdakine duyduğunuz aşktan daha fazlası kendinize duyduğunuzdur.” diye bir söz vardı tam olarak olay budur. Kıskançlıklarımızın kaçı gerçekten onu korumak amaçlı, kaçı kendi kendimizi rahatlatmak amaçlı hiç düşündünüz mü?
           
Metin Boşnak hocam bir yazısında kıskançlığın çocukça olduğunu hatta kolaya kaçmak olduğunu ve bir sevgiye işaret edemeyeciğini yazmıştı

“Bu tavrı oyuncağı elinden alınan çocukta da görmek mümkündür; sevgilisini aradaki problemlerden değil, üçüncü şahıslar cihetinde kaybetme korkusu yaşayanlarda da.  O noktada asıl olan “kaybetmekten gelen sancı değil,  “onu başkasına kaptırma” duygusudur. Sonuçta, sevgi ve beğeni alanından çok bir sevilmeme, beğenilmeme hissi ve iktidar kaybı hissidir. İkisi arasında da çok fark vardır.  Rekabetle gelen öfke çoktan sevginin huzurundan uzaklaşmış, öfkenin ateşine ve hatta şehvetine kaptırmıştır kendini”
           
Mesela farklı bir bakış açısından olaya yaklaşırsak. Etrafta kıskandığınız unsurları bir bir yok etmeye çalışmak yerine, kendimizi karşımızdaki insan için vazgeçilmez yapmaya çalışsaydık böyle bir problemde kalmazdı, kim bilir? Belki de onun gerçek değerini o kadar ufak tefek şeylerle yargılamamamız gerekir, bu hem kendimize dert hem de ona. Belki kör olan aşkın gözü değildir, kıskançlığın gözüdür.
           
Bu işlerin Doğrusu nedir, ne yapmalı ben bilmem. Her ilişki kendisine özeldir, beklentiler bile farklı farklı olabilir. Benim sende bulduğumla, senin bende bulduğun aynı olmayabilir en nihayetinde. Sadece en çok üzerine konuşulan ama bir o kadar da az düşünülen konu üzerinde beyin jimnastiği yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum.
           
Baştaki söze dönersek, mühim olan karşımızdakini bir tasmayla bağlamak değil, bir gönül bağıyla bağlamak.Bu yolda hatalar sendelemeler olsa bile… Asıl öznemizin karşımızdaki biricik sevdiğimiz olduğunu unutmamak gerekir. Sınavda nasıl yığılmadan uzaklaştıkça standart sapmadan daha fazla puan geliyorsa bizim de ne kadar ortalama kalıplardan kaçarsak o kadar rahat edeceğimizi düşünüyor ve durumu özetleyen bir şiirimle yazıyı bitiriyorum.

Sana aşkımı anlatan bir yazı yazmak istedim bugün
Önsöz, giriş gelişme sonuç kısmı…
Hani şu kompozisyon dersinde öğretilenlerden
Sonra kâğıdı kalemi aldım, sadece adını yazıp bıraktım
Modernitenin dayattığı onca sahte söz, onca ıvır zıvır
...Boş ver…
Sadece adın,
Bence ‘risk budur’
 

p.s :
1.Jealousy in romance is like salt in food.  A little can enhance the savor, but too much can spoil the pleasure and, under certain circumstances, can be life-threatening.  ~Maya Angelou
2.In jealousy there is more self-love than love.  ~François, Duc de La Rochefoucauld, Maxims, 1665
3. No problem can be solved from the same level of consciousness that created it.  A. Einstein

22 Temmuz 2011 Cuma


Nobel edebiyat ödülü senindir dediler ...
Yok istemem dedim :
'Henüz "edeb" im tam de
ğil
"iyat" kısmına ise hiç girmeyelim'
O zaman literature diyelim dediler
...tamam, o olur bak dedim.
Uyanmı
şım. 






Biriktiremeyişin …
Bir çift mutlu göze tomarını değişmeyişin
Olmayınca şükür edip
Olunca utanmışlığın
İçinde jeep ve plazma geçmeyen hayaller edinişin
Bir çay alıp, kâğıt kalemle hayatın içine sinmişliğin
Bunlardır seni sen yapan
Gerisi bir ev bir araba, onlarca hesaplı banka
Yani  araParaParaParaParaPara ….

21 Temmuz 2011 Perşembe











Onun eğrisi,
bunun sergisi,
çöp vergisi,
müzik ezgisi.
Tarih dergisi
Ne bahar alerjisi,
ne takım yenilgisi
Bir çift gözdür beni benden alan…
O da senin değil ya Allah vergisi...

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Metro

Metroda geçen bir köşeye pusup
iki mutlu çifti izledim geçen
öyle sıkı sarılmışlardıki birbirlerine
dünya onlar için durmuştu sanki
Ne beni gördüler
Ne de "sıkı sıkı sarılmak tehlikeli ve yasaktır" anonsunu
sonra bir beyaz ışık geldi. Alıp gitti onları

ben kaldım ... elimde 3-5 ucuz kelime.
Ve susmuş.
ağlamamak için gözünü kısmış
o zaman anladım ki
 Mutluluğun sırrı :
Şiir yazaMAmakmış.




................................................................................................................................................................................

Güzel bir Kısa film :








18 Temmuz 2011 Pazartesi

-Evlenme Teklifini Kabul'u- Kabul etmek ...



Evlilik Teklifime verdiğin Bu Evet cevabı kabul etmeden önce
Bu yolda beni hiç yalnız bırakmayan birkaç şeye şükranlarımı sunmak isterim.

Öncelikle Einstein’ın zamanın göreceliği teorisini çözmemi sağlayan
O bakınca zamanın algısını kaybettiğim gözlerine…

Bir okun uygun bir yay yardımıyla kullanılırsa her zırhı deleceğine beni inandıran
Mete Han’ın ıslıklı okundan daha beter canlar yakan kirpiklerine…

Başörtüsünün neden şart kılınmış olabileceğini çözmemi sağlayan
O beni etkileyip de herkeslerden kıskandığım saçlarına…

Ressamların portrelerde neden en çok zorlandıkları yerin burun olduğunu bana öğreten
En güzel misk kokularını duymasını istediğim, yüzünün mührü burnuna…

Freud’ un bahsettiği bastırılmış duyguların varlığını bana kanıtlayan
Beni öpünce Fransız olduğumu anladığım dudaklarına

Dişçilik mesleğini bir inci işlemeciliği kadar değerli görüp kutsamamı sağlayan
Gülüşlerinin olmazsa olmazı, cancığazım dişlerine…

Biyolojik olarak insan vücudunun kaç derece ısıda kaynadığını bana öğreten
Dokununca cehennem buzullarından eriyip beni arafa savuran ellerine

Kelimelerin akla ilk gelen anlamları dışında da değerli olabileceğini bana gösteren
Başımı yaslayıp gözlerimi kapadığımda 3 Hilton gücünde rahat olan bacaklarına

Dünyaca kabul gören ideal vücut ölçülerinin yeniden yazılması gerekliğine beni inandıran
Yanında yürümeyi her daim bir ayrıcalık olarak kabul ettiğim boyuna posuna

Neşet Ertaş üstadın seslendirdiği doyulur mu parçasını yüreğime işleten
Doyulmaz üstat doyulmaz diye eşlik ettiğim tatlı dillerine…

Rabbin insanlara ruhundan üflediğini belirttiği Hicr suresinin anlamamı sağlayan
O saf ve saf olduğu içinde görünmez olan ruhuna…

Ve son olarak

Bu bahsettiklerimin hepsinde emeği olan yüce Hay’a

Bana bu yolda yarenlik ettikleri, her zaman işimi kolaylaştırdıkları ve bana hayatın bir çok sırrını açtıkları için …
Sonsuz Teşşekürlerimi sunuyorum…  


Rasyonel bir Özlem

Gariptir, seni unutmaya çalışmak bile çok karmaşık
seni bazı günler az, bazı günler çok özlüyorum
ve bugün günlerden cuma ve ben yine seni çok özledim...

Yıllar sonra uzak bi yerde ...
anlamsız bir şekilde kulakların uğuldar, gözlerin dolar
ismim aklına düşerse...

Bu şiiri hatırla...
gerisi modüler aritmetik...




17 Temmuz 2011 Pazar

Yazarın Dilemması

Bir kıvılcım çaktı önce burnunun dibinde, gece karanlığında yarı aydınlandı yüzü ve yoktu tebessümü. Gizlenmek istedim önce, çok çıplak hissettim böyle. Ellerinde siyah deri eldivenler ve başında bir fötr şapka. Sigarasını yakmak için tutuşturduğu kibritin ışığında burnunun ucunu gördüm adamın iri zenci delikleri olan. Celladıma koşar gibi terliyordum. Yolun ortasında kuyruk sallayarak yürüyen fili umursamadı adam.fil de onu umursamadı. Hortumunu tespih gibi sallayarak volta atıyordu şimdi de bir ileri bir geri.
    Sigaranın sisi yükseldi dumanlara. Hala korkuyordum filmin ilk sahnesinde vurulan adamlar gibi donakalacaktım  ve rolüm bitecekti. Adam sokak lambasının altından geçiyordu daha az önce. Modern bir Sergio Leone filminde oynamak isterdim diye düşündüm yaşasaydı. Belkide “Post-modern, Muhafazakar ve Laik” diye bir film çekerdi.  Terleyen suratıma  yakın çekim yapacaktı saniyelerce ve ben çay içerek izleyecektim bu sahneyi. Clint Eastwood’u klonlardık oynasın diye... ve şimdi adam namlsunu ağzıma dayamıştı, bense adamın omuzunun üstünden kulaklarını yelpaze yapan fili seyrediyordum, bunlar gerçekmiydi yoksa bir baudrillard kurmacasımı. Bu adam Freud’u tanıyorsa ve bu yüzden ağzımda uzun namlulu bir silah varsa hapı yutmuştuk. Daha da kötüsü ya adam foucault okumuşsa.. bir silah öldürmemek adına kullanılıyorsa daha tehlikelidir...
Gözlerimi adamın gözlerine dikip bakışlarımla yalvarmayı düşünmüştüm ki tam o sırada adamın gözlerinin kör olduğunu farkettim. O halde Foucault’u okumuş olamazdı.. ya sonradan kör olduysa...bütün bunları boş verip bitmek üzere olan kahveme baktım. Oysaki vişneli djarumumla birlikte içecektim onu. Gerçeklere çok daldığım için sigaramı hayal etmeyi unutmuştum... insan “rüyadan uyandım” der de niçin “realitede uyudum” demez?

ben sana şiir oldum

Ben sana şiir oldum
Aşk yazdım duruyor ceplerimde
İliklerimi düğmeleyip
Bağımı kıravtladım
Sinema ıslatırken
Yağmur seyrettim
Güzeldi
Sonu hüzünlü bitti
Her sinema Türk’ü gibi

16 Temmuz 2011 Cumartesi

kıyasla icmal

Yarı otomatik silahlarıyla üzerime geliyor siyahlı adamlar.biri şakağıma dayıyor ezanı
Az sonra cesedime bakıp gülümseyeceğim

cafe terra sında terra rosa

Gözüne koyulduğum
Soktuğum antenlerinden gökyüzünü göremiyorum
Bir kağnı kadar ağır bakışların
Sevg ilim tahsil etmek
A şkkını cevaplamak
Hep doğru geliyor b anana
Kahve tanelerini görüyorum gözlerinde
Sütlü geliyor seyretmek
Ve şekersiz olsun diyorum dudakların

15 Temmuz 2011 Cuma

Bu da mı Gol değil?


demlenelin mi bu gece?
ama çay gibi
şöyle en koyusundan
dem bu demler deyip
gönül şarkılarına dolanalım
Bi soran olursa "he" der geçeriz
zaten hayat da bize öyle geçirmedi mi
neyse boşver
Hem ben yanlız değilim ki
yalnızım ....

Gündemden "düşmek"


İnsanlar düşmekten korkar. Çoğu yazar da gündemden düşmekten korkar. Peki nedir bu gündem? Nedir bu düşmek? Gündem bir sözlükte şu şekilde açıklanıyor: “Meclis, kongre gibi toplantilarda görüşülecek konularin bütünü, ruzname”. Görüşülen konular var bir mecliste. Bu meclis halkın tümünü de kapsar nitelikte. Peki düşmek; “Yer çekiminin etkisiyle boşlukta, yukaridan aşagiya inmek * Durdugu, bulundugu, tutundugu yerden ayrilarak veya dayanagini, dengesini yitirerek yukaridan aşagiya inmek * Yere devrilmek, yere serilmek”
Demek gündemden düşmek de böyle birşey. Durduğu bulunduğu yerden ayrılarak, veya dayanağını dengesini yitirerek yukarıdan aşağıya düşmek. Oluşturulan sunni gündemlerde düşürülmek ne kadar da kolay. Bir yazı, bir olay “bulunduğu yerden” kervanın istikametinden ayrılıyor ve buna düşmek dönüyor. Kervanda başı kim çekiyorsa insanları gündemden düşüren de o olsa gerek.
Peki bunun adı niye düşmek? Eğer güncel konuları takip edemiyorsak, manşetlerde ne yazıyor haberimiz yoksa bizde “düşmek” ya da “düşürülmek” le tehdit ediliyoruz. “Sakın ha! Sürüden ayrılmayın, yoksa düşersiniz” belki annemizin bizi uyutmak için söylediği öcüler yer masalı, büyüyünce de yaşa göre kalıp değiştirerek tekamül ediyor olmalı. Başı çekenler düşürmeyi çok seviyor. Başı destekleyenlerde düşürülmemek için o kasabın, koyunu astığı çengelde takılı kalmak için çok uğraşıyorlar. Kasap köfte olacaklarını düşünen yok. Bu işten çıkar sağlayanlar kasaplar ve dükkan önündeki kediler. Peki gündeme tutunmaya çalışanlar neyin peşinde?
Gündem denen tepeden aşağı kelleler sallan yuvarlan düşüyor. Bence hiç o tepelere çıkmayıp güzelim yaylalarımızda kendi obamızda gündem olmalıyız. Böylece tepede kalan deve başları da kendiliğinden dağda kalıp (dağlı olup) gündemimizden çıkmış olurlar.
Sahi noldu gündemi tam sayfa kaplayan şikeler... ve bu sayfaları asıl hakeden gündemden düşenler neler?

Biutiful'dan iki kare



Inarritu’nun son filminin ismi “Biutiful”.  Bu yönetmenin hangi filmini izlesem insanların trajedisini görüyorum. Filmin detaylarına girmeden bana en çarpıcı gelen bir kaç kareden bahsetmek istiyorum.
Önce filme ismini veren sahne: filmin ana karakteri Uxbal’in kızı babasına “güzel” kelimesinin İngilizce nasıl yazıldığını soruyor. Babası da “biutiful” diye yazıyor kelimeyi. Aslında bütün filmi tek kelimeyle, tek hamleyle anlatabilmektir bu. Kızına yardım etmek isteyen Uxbal’in çaresiz bir şekilde yaptığı yanlışı görüyorum. Güzel kelimesini ona yanlış yazdıran neydi? Basit düzlemde ele alırsak cevap çevresiydi oluyor. Uxubal iyi bir eğitim alamamış, yasal olmayan işlere bulaşmıştı. Bu şartlarda kızına yapabileceği yardım da bu kadar oluyor. Başka bir cihetten ele alıp, kelimeyi biraz daha derinlemesine incelersek filmin içeriğiyle benzerlik gösteren bir paralellik görüyoruz. Güzellik,tıpkı kağıta çarpık aksettirildiği gibi, Uxbal’ın hayatına aksetmiş güzellik de gayet çarpık bir giriftlikte. Her ne kadar tanrısız çıldırmış bir dünya sokaklara kaos olarak yansısa da hayatta güzel olan şeyler var elbet.
Hemen bahsetmek istediğim karelere geçiyorum. Karelerden birinde, Uxbal ve ağabeyi hiç görmedikleri babalarının mezarlarını açtırıyorlar maddi bir sebep dolayısıyla. Ceset çıkartılıp, yüzü açıldığında Uxbal’in kardeşi cesete bakamıyor ve hatta tiksinerek odadan çıkıyor. Ortama dağılan mide bulandırıcı leş kokusunda diğerleri de zor tutuyor kendini. Fakat Uxbal kimsenin fark etmediği birşeyi fark ediyor. Ne koku umrunda ne de insanların tepkileri. O, ölü babasının çürümüş suretine dalıp gidiyor ve yanına yaklaşıp yüzüne dokunuyor. Uxbal’in yüzündeyse huzurlu bir ifade bulunuyor  bu sırada.
İkinci kareye geçtiğimizde, Uxbal içinde bulunduğu dertlerle,  karamsar bir ifadeyle ilerliyor köprü olduğunu düşündüğüm bir yolda. Elinde telefon, arka planda trafik görüntüleri... Uxbal cesedin yüzüne bakarkenki ifadeyi takınıyor birden. Gözler bir noktada sabitleniyor ve kamera gökyüzüne yöneliyor. Peki ne var gökyüzünde? Ne oldu ki Uxbal bu kadar şaşırdı ve telefon konuşmasını unuttu? Gökyüzünde peydah olmuş hadise bizim belki hergün karşılaştığımız bir olay. Evet, gökyüzünde görmeye alışkın olduğumuz kuş sürüleri var. Tek bir vucütmuş gibi aynı anda hareket eden, aynı anda viraj alan iki küçük kuş sürüsü...yeryüzündeki çarpıklıktan gökyüzündeki güzelliğe;biutiful...
Ve bir menkıbe geliyor hatrıma. Peygamber ve arkadaşlarının bir köpek leşini gördüğü hadise. Peygamber arkadaşlarından bazıları durumu kötü bir görüntü olarak değerlendirirken, rahmet peygamberi gözlerini leşe çevirip “ne güzel dişleri var” diyor.
Elbette güzel gören güzel düşünür. Peki ya şu yönetmene ne demeli. Belki de hiçbir fikri yok islamiyet hakkında. Çoğumuzun göremediğini görüyor. Hakka giden yollar yeryüzüne gelmiş insan sayısına denk olsa da hakkın yolu bir işte. Belki bizde “biutiful” daki güzeli görürüz bir gün.

Berat kandilinizi tebrik ederim.