5 Temmuz 2012 Perşembe

"Ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim"

The End

Bidayeti olan herşeyin bir nihayeti vardır...

Bidayeti olan herşeyin bir nihayeti vardır...

300 tane yazı yazıldı bir yıl süresi içinde, 9000 kadar sayfa görüntülemeye ulaştık.
Facebook tan beğenilen, yazılarımızın dışında, ne bir yerde alıntılandık, ne de çok güzel yazılar
yazıyorsunuz diye tebrikler aldık.

Ne haltıma yaradı diyebilirsiniz bunca emek.
Şimdi burda şuna yaradı, buna yaradı diye bi kutsallaştırma çabası içine girmiycem.
Biz yazı yazıyoruz diye dünya değişecek değil elbette.
Bir sadra şifa olacak da değiliz belki.
ama yazmak,hareket ve düşünce içeren bir eylem olduğu için iyidir.
Bazen bir kişi bile, bak böyle düşünmemiştim diyebilme ihtimali bile
yazmak için gerekli motivasyonu size verebilir.

Blog açıldığında işsizdik, ikimizde iş bulduk.
Bekardık, evlilik yolunda önemli adımlar attık.
İstanbuldaydık, ankaradan karsa anadoluya açıldık.
Blog açıldığında manyaktık, hala manyağız.
O zaman hayallerimiz vardı , hala daha var.
o zamanda siyonistler giremezdi şimdi de.

Peki her işi yolunda giden insanlar olabildik mi?

- Hayırrrrrrr...

demekki ilk gün yazdığımız manifestoya aykırı bir şey yok ortada.

Sizden bi cacık olmaz diyen, okurlara gelsin son söz murat menteşten :

ATOMU YUMRUKLA PARÇALAYAMAM
ALLAH BÜYÜKTÜR ELBET BİR KAPI AÇAR.

Şimdi biz başka işlere, şirinliyoruz.
he unutmadan
Tolga abiye küfreden çocuk
samimiyetini seviyoruz...


29 Haziran 2012 Cuma

30 Haziran 2012

Bir yaşına girmiş bir blog yaşlanmış bir blogtur. Benim ömrüm gibi bu blogun ömrünün de kısa olması temennisiyle artık rakişişsesindeki iki balıktan biri olarak, farklı bir şişeyi mesken edinmenin vaktinin geldiğine inanıyorum. Şahsi görüşüm, bu blogun miyadını tamamladığı ve amacına ulaştığı yönündedir. Zaten birikmiş blog yazılarından bir kipat teşekkül etme niyetimiz de var. Bir yılda 10.000 tıka ulaşamamanın haklı gururunu yaşıyorum. popülist kültürün herşeyi tükettiği şu zamanda okunamamak, ve fikirlerin sadece küçük azınlıklar tarafından benimsenebilmesi, geleceğimizin ne kadar parlak olduğuna delalet ediyor.
bu blogdaki yazılarıma ilham kaynağı olan "beat generation"a, onur ünlüye, murat menteşe, adını bilmediğim insanlara, ve güzel hatun gözlerine teşekkürü bir kar payı bilirim. saygılar, ve balık tekamül için şişeden çıkar...

26 Haziran 2012 Salı

olmak ya da bilmemek

Neden gecenin bir vakti açmış televizyonu haberleri izliyorum? ya da neden gazeteer okuyorum? çevremde olup bitenden bihaber kalmamak için. peki neden bunları bilmek istiyorum? bilinç sahibi olmak için. peki neden bilinç sahibi olmak istiyorum? yaşadığımın farkına varmak için.
   uzun süre haberlerle alakamı kestiğimde, hele bi gazete sitelerini dolanayım ne var ne yok bilelim derim. Bunu bir eksiklikmiş gibi algılamam fıtri birşey mi? Bence değil, haberleri izlemeyince kendimi kötü hissetmem,tamamen, dışardan gelen, ve kast-ı mahsusa ile bana aşılanmıştır. Haberleri izlememek gerçeklerden kopmakla özdeş tutuluyor. "onların" haberlerini izlememek, onların bil dediğini bilmemek aslında o kadar da kötü birşey değil. "Genel kültür" sahibi biri olmak genel eve gitmek gibi birşey.
 Bilen insanlara saygı duyuluyor, okumuş olmak, tahsil yapmak prestij kazandırıyor. "İyi de bana ne..." altınlarımı çaldılar... Bilmek beni özgür kılarmış. Bu felsefe tamamen olmasa da irticalen yanlış. Bilmek bizi hapseder. bilenle bilmeyen hiç bir olur mu? bilen insan eskisi kadar rahat hareket edemez. bildiklerini göz önünde bulundurmak, tahlil ve tasnif edip ona göre hareket etmek zorundadır. islamda sorumluluk ergenlikle, yani bilmekle, farkında olmakla başlar. bunun neresi özgürlük. Bilmediğim şeyden sorumlu tutmaz beni islam. içkinin haram olduğunu bilmeseydim içerdim. Matrix filminde Cypher karakteri bilmek istemediği için herkesi gambazlar. Bilinçli olmak istemez. Hiçbirşey hatırlamak istememek üzere anlaşma yapar ajan gardaşlarla. Aynı sebepten "Cypher =sıfır"dır. bir hiçtir. O ayrı mesele.
     Suçlu insan yoktur. bilen insan vardır ve düşünce suçundan başka bir suç çeşidi yoktur. İnsanlar herşeyi bildiği için kirletir. bilmek olmasaydı suç da olmazdı. Aklımızdan geçenlerden sorumlu tutulmamak bu acıyı biraz hafifletir. Ama her istediğimizi aklımızdan geçiremeyiz. Bir müslüman eşiyle ilişkiye girdiğinde aklından başkasını geçirmesi haramdır. Allah'tan başka ilahların olduğunu düşünmeki, çoktanrılılığa inanmakla neticelenir. Koşulsuz şartsız cehennem.
en çok bilgi sevenler kimlerdir? "philosophy" yani "love of knowledge". filozof bilgiyi seven kişi demek ve en mutsuz insanlar filozoflar. en geçimsizleri ve en tehlikeleleri. Bilmekle aydınlandık zannetmek 17. yüzyıldan beri batılı filozofların insanlığa yaymak istediği projedir. aydınlanma üzerine kurulu bu felsefe inançlara ve mucizelere silah çeker. İnsanların duygusal hareketlerini sorgulamasını herşeyi akıl terazisinde ölçüp biçmesini ister. Tanrıya öldürmeye yönelik bir proje bronşçuklara kadar ulaştığı için imanın ciğerlerini tertemiz görmek mümkün gözükmüyor.
      Bilmek özgürleşmek falan değil. günbegün çürüyen vücuduma bakıyorum, ve diyorumki insan kendini özgür kılmak için üretmiş düşüncenin sonsuzluk yönünü. İnsan kısıtlıdır ama düşünceleri sonsuzdur. Peh, Çoğunluğu sıvıdan oluşan bir organdan çıkan fikirlerin sonsuz olduğunu düşünmek insanlara neden mantıklı geliyor. Çünkü buna inanmak onları "özgür" kılıyor. Örnek: Ben ölecem ama fikirlerim baki kalacak diye yazı yazmak...
   Bu yazıyı kazayla okuduysan, başkası için yazmadığımı söylemeliyim. Bu yazıyı kendime yazdım. böyle düşünceleri akılda tutmak tehlikeli. ben de yazıya döküp aklımdan atıyorum. Olurda bigün geri döner, bu yazıya bakar hatırlarım ne düşündüğümü deyu...

24 Haziran 2012 Pazar

sokratın meccusi sanrıları

-ekonomik menünün yanındaki 5 liralık kola gibisin, Arzulanan ama, ama alınca acıtan
-son pringles parçası gibisin.başkası yiyince sinirlenilen
-ilk sigarası gibisin açılan paketin. pervasızca içe çekilip izmarit gibi atılan
-75cmlik kuşbaşılı pide gibisin. yedikçe tat veren
-yayları bozuk çekyat gibisin. yatınca sırt ağrıtan
-osuruk gibisin.yükseldikçe daha da kokan
-sıcak kola kadar çekilmessin
-yediveren gül gibisin.adı üstünde
-meyvalı soda gibisin. gazozun gayr-i meşru çocuğu
-telvesi ve dudak payı bol türk kahvesi gibisin.kendisi yok
-nargile marpucu gibisin,elden ele dolaşan.
-ve herkesin ağzına giren

18 Haziran 2012 Pazartesi

şehirlerin insanları

şehirler insanların ne yazdıklarını etkiler arkadaş. çok yeni bir tespit olmasa gerek. şu sıralar, o şehir bu şehir gezerken anladım bunu. ben fark etmesem de, tarihin içinde sıcak sıcak yanan, kokusu mis gibi dağılan tarihi binaların arasından geçerken yazdığınla ankaranın soğuk heykel ve parkları arasında yazdığının arasında fark var. Örneğin tophanenin nargile kafelerinde otururken sıradan biryerde oturduğumu düşünebilirim. Lakin farketmeden seyrettiğim manzarada Kılıç ali paşa cami var. Taksim amele kaynıyor olabilir. Ama dar sokakların ahşap evlerine baka baka indiğim yokuş, nazlanan bir sigara dumanı gibi nakşolur zihnime. Bu böyledir. Arnavut kaldırımlarda ayağın takılınca, atlar nasıl iner diyebilirken,asfalt kokan caddelerde petrol gelebilir aklına.

14 Haziran 2012 Perşembe

güneş ışığına maruz bırakmayınız

gündüz yazılmıyor birader. hayata tutunma çabaları takdire şayan salyangoz, kabuğuna beni de al.

13 Haziran 2012 Çarşamba

KORKMA BEN VARIM

paradokstur kendileri. yani istediğimiz birinin yanımızda olmamsı bir korku sebebiyse,birden çıkagelip "korkma ben varım" demesini isteriz. ama zaten o kişi hiç var olmasaydı korkulacak birşey de olmazdı. sahip olduğumuz şeyler ya da sahip olmaya çalıştığımız ya da sahip olduğumuzu sandığımız şeyler aslında bize sahip. Bunun farkına varmamız ise bir telefonun şarjının bitmesine bağlı. matrixin ilk filmindeki bir sahneyi hatırlayalım. neo'nun kablolarla bir fanusta,hiç kullanmadığı bedeninde uyanış sahnesi. bir cenin motifinde bir sürü kablolayla bağlanmış neo. Her kablo bizi hem hayata bağlıyor hem de tutsak ediyor. bağlanmak, tutsaklıktır diyebiliriz. ama bağlanmak aşktır. yaradılışımız gereği birilerine bağlanmak zorundayız. doğdumuzda annemize. büyüdüğümüzde bir tanrıya, ya da tanrısızlığa. Ama illa bir bağlanma sarmalının büklümlerinde yetişiriz. bir mürşit olup şeyhimizi ararız. bankacı olup paralarımızı. bağlanmak insani birşey olduğuna göre ne kadar çok bağlanırsak o kadar çok insanız ve o kadar çok özgürüz. bağlanmak özgürlüktür beyler.

12 Haziran 2012 Salı

Korkuyorum



Saat gece 1 ve ben korkuyorum
Tıpkı bir salyangozun evini kaybedip, açıkta kalmasından korkması gibi …
Tıpkı bir kuşun çocuğum ya uçamazsa korkusu gibi.
Tıpkı bir arının ya kraliçemiz ölürse korkusu gibi  bişey işte.

Ben de kraliçemi kaybetmekten korkuyorum.
Korku sevginin bir ölçütü olabilir mi, bal gibi de olur, bakın yine bal dedim
Kraliçem gider ve bal kokan hayatım sona erer diye korkuyorum.
İçim içime sığmıyor, kalkıp gitmek istiyorum, seni görmek istiyorum
İt gibi kapında nöbet tutmak istiyorum. Kuş gibi değil ben it gibi özgür olayım istiyorum.
Kuyruğum hava da sen de yanımda ol istiyorum …

Aradığım kişiye şu an ulaşılamıyorsa ne zaman?
Alıp o telefonu fırlatmak, yok yok içine girip yanına ulaşmak
Ben burdayım deyip saçını okşamak.
Ama yapamıyorum, burda aval aval duvarlara bakıyorum.
Duvarlar korkuya iyi gelmiyor,kapılar da.. pencere iyi gelir belki
Açıp şimdi bağırsam yaaa …

9 doğurmak tabirini tam anlamıyla yaşıyorum.
Sensiz olmayı hayal edemiyorum.
Meğerse ben hiçmişim, meğerse korkağın tekiymişim.
İçim ürperiyor, ne yapıyorsun şimdi diye
Dualar ediyorum güzel güzel uyuyor ol diye.
İçini ferah tut murat derdin burda olsaydın.
İçim huzur dolardı, vakt-i saadeti yaşardım.
Kafamda senin sesini duyduğum için rahatım biraz
Meğer seninle kaç dakika geçirsem de bana az
Sensizliğie ve sessizliğe ediyorum itiraz.
Ne olur artık aç şu telefonu, naz yaptım de bari nazzzzz.

Ben karanlıktan korktuğumu sanırdım ama seni kaybetmekten daha çok …
Bir itin sahibini kaybetmesinden korktuğu gibi..
Bir kedinin ciğercinin kapanmasından korktuğu gibi
Bir ayının dünyadaki tüm arıların tükenmesinden korktuğu gibi ..
Bak yine bal dedim ..
Kraliçem nerdesin …

29 Mayıs 2012 Salı

"dinazor dergisi" pek yakınımda

hasretle ve özlemle çıkarılması beklenen dergi pek yakında geliyor. akım ve anlayış bakımından cayır cayır yanan düşüncelerimizi içkisiz bir ortama aktarabilmek ve dumansız hava sahasında yazabilmek için dergi çıkarmaya karar vermiştik. Derginin son rötuşları da bitti. Adını da "dinazor koyduk". niye dinazor? dinazor, bu kadar devasa olmasına rağmen yeryüzünden silinmiş ve unutulmuş tek mesele çünki. insanlar minimalistik akıma kapılmış gitmişken burnunun ucundaki büyük olayları ıskalıyor. dinazor bunu engellemek için.
dinazor, ebat meselesini kendine sıkıntı yapan insanlar için.
dinazor, kendisi gibi yeryüzünden yok olmuş bütün güzelliklere bir taziye.
dinazor; takip etmek istediğimiz, fakat ayak izlerinin silinmişliği, izlenecek kişilerin ayak ebatlarının küçüklüğünden dolayı takip edemediğimiz herşeyin yerini alması için.
dinazor; belki ve ancak bir dinazor kapatabilir kalbimizdeki açık delikleri.
dinazor; zihninde dinazorların koşuşturup fikirleri sürekli sarsılmaya meyilli insanlara...
dinazor: tutunacak bir dalım yok diyenlere koca bir direk. binanın yıkılmazlığıyla alakalı.
dinazor; gömdüm onu, geçtim bu meseleleri, ezdim hepsini, bitti bu iş diyip de bitiremediğimiz herşeyin bir hayaleti. yok gibi gözüken,tanımadığımız ama kocaman bir dinazor gibi içimizde taşıdığımız şeyler için.
dinazor; sen yoksun dediğimiz herşeyin inkarının kabak gibi ortada kalmış kemikleri için.
dinazor, küçük dertlerin adamı olmayanlar için
dinazor; sizin göremediğiniz koca varlıkları göstermek için
geliyor...ayak sesleri ve gürültüleri türüyle alakası olmayan godzillayla özleştirilebilir fakat asla godzilla olmayan bir ayakyapıtı.
dergimiz sipariş ve posta yoluyla dağıtılacaktır.
ilgili kişiler bu adrese mail atabilir: nolanism34@gmail.com

28 Mayıs 2012 Pazartesi

son kalan patates cipsini ikiye bölmektir,
bitmeyen bir mısrayı yıllar sonra tamamlamaktır
güzel demektir, tuzu eksik kalmış bir menemene
kuzeyden güneye inmektir,
kalp atışlarının "özledim de beni" diye atmasıdır.
havadır... civadırr..

ciddiyet lütfen, şimdi şiir yazacağım

ıslığında gizli bir çığlığım,
ıslak,sıcak be katışıksız dudaklarında,
bir tenin, bedeninden vazgeçmesi,
göndere çektiğim gözlerin uğruna bu zafer.
şimdi sessiz ol, ölümlerim için bir dakikalık saygı duruşu.

dünün tekmelediği anlımın çatında bir kan lekesi
bu sana birşeyler hatırlatmalı, bir ğazayı
bir mumun bıraktığı isi
gökyüzünde arama sepetim

gökyüzünde köpek balıkları

bir ensesi kalının eline aldığı sigara kan ter içinde kalmış. Adama bir de çay getirmişler. gülmüş...

26 Mayıs 2012 Cumartesi

varlığına odaklanmam gerekirdi ellerine uzanıp. şimdi bir dikenli yollar üstünde koşuşturma yarışı. ellerimi uzatmalıyım diyordyum. ellerimi hüzünlü nasırlarımı ılık suda yumşatmalıyım teninle ısı alışveriişine geçmeden önce. bit bite uzaklaşıyor resmin benden. kara kalem çalışması oluyor bakışlar

otobüs

son on-yirmi yılda edebiyatımıza fena bir otobüs girdi. genelde hikayelerin geçtiği mekanlar otobüs durakları,otobüs içleri ve metrolar. yazarların çoğu günlerinin önemli bir kısmını yolculukla geçiriyor ya da ancak yolculuk yazarken yazma fırsatı bulabiliyor. bunlarda geçn yazarlar oluyor sanırsam. amerikan filmlerinde de o metal yığını metorlara çok rastlarız. pis bi olay olacaksa kapkaca maruz kalacaksa masum kız karakter genelde son metroyu beklerken bu olaylara maruz kalıyor. öellikle metroda deheşet üzerine yapılmış bir film bile var. tabi metro, amerikanlar için frontier  anlayışı da taşıyor. bir zamanlar at üstünde,sonra da buharlı trenlerle geçtiler hep önem. artık bu görevi metro görüyor.
 halk otobüsleri de insanlara ilham kaynağı olacak çok malzeme olması da bu olayı arttırıyor.otobüste birkere insan var. her türlü insan yüzü ve farklı dertlerle bezeli insanlar, nereye gittiklerini tahmin etme oyunları.otobüsde gözlerin dalıp gitmesi de otobüs yazarlığını tetikliyor sanırsam

kopya mı

an itibariyle elime geçmiş olan şiir kitabı içerik ve form yönüyle "ah muhsin ünlü" den şiddetle etkilenmiş olup benm şiirlerime öyle çok benzemektedirki, 2010 yılında basıldığını görmesem benim blogtan alınmış diyeceğim. üzücü bi olay.biyografi kısmı bile benimkine çok benziyo. bu kitabın adı "kimse kıpırdamasın" ve yazarı güven adıgüzel. Biçimden kaybeden içerikte kazanır napalım...

mesela muhsin ünlü "kavuşmamız radikal olacak" derken bu eleman da "kavuşmamız postmodern olacak" diyor. ya da "rakı şişesinde balık öldüm". demek ki, biz de olabiliriz
su yüz derecede kaynar.sonra sudan bonka geçeriz. mantıklı.çok mantıklı oldu bu bence. suyu sol götünle iç.sudan bahaneler her zaman sevgiler.acıktın mı cicim bana, hiç bakmıyorsun bu yana.pizzacım, poğçacım ben acıkıyorum. ama fakat susamak bir mantıksızlık ölçübirimidir
anti-romantik bir kodomana sorulması gereken sorular?
neden gülüyorsun?
-hareket çektiğin için
-b..b.akan burda olsaydı ne dersin?
-yürü git fahişe
-son sorumuz ne olsun?
-ama onu da sen yaz.
apokaliptik ruhlar asıyorum
apokaliptik ruhlar asıyorum
apokaliptik ruhlar asıyorum
çamaşır ipine

25 Mayıs 2012 Cuma

gökyüzünde mahpusum, ben yeryüzünde tutan beden napsın. okul, çatısı olan ev. yasaklı ve dikenli çit.napsın. ağlamak bir geyiğin boynuzundaki atardamarlı boynuna çekmektir. boyuna atlamak boyunduruk giymiş insanları bilmeyen bir çığlığa ders anlatmaktır. derinin altında kalan saçaklardan buz üzümler ve rakımlar geçer. sen anlamassına özel anlamsız silahsızlanmalara bir de kızıl orman katılır. sen yine de aldırmazsın. benim aynamda cımbızıma bakan ben cambazlık yapmaya gelmedi. lütfen beni bu yarışmadan eleyin

23 Mayıs 2012 Çarşamba

şimdi reklamlar

dünyanın en iyi soğuk çay markası: TEATONE.teatone. tea tone. bence diğer markları içerek dilinizi boşuna ekşitmeyin. teatone. bütün bimlerde...
birbigün internette dolanan birisi gelip hangi kafası güzel yazdı bunları diyecek. işaret parmağımla orta parmağımı göstereceğim.
kovboyların diline doladığı saman gibi doluyorum seni dudaklarıma. eski bir samuraydaki anlatım bozukluğu artık yenilerinin üretiliyor olması. katana gibi keskin olabilirsin ve etkili girebilirsin kalbime. ama yatağan gibi etkili kullanamadığından bir kısım kuş ölümleri gözlemlerim gözlerinde. bilmek ölmektir. bunu bir yerde daha uyumuştum. kurşunlar vızıldıyarak kırmızı ışığa yakalanmıştı kulağımın dibinide. üstümde ve yüzümde bir parça çamur, bir de çay fincanı. bir film yıldızı da vardı yanımda. ben aktör olmak için yaradılmışım dedi. sevindim, bir kentrilyonda bir kişide olsa farketmiş ne mal olduğunu. ben ölmek için yaratılmışım güzelim nokta
gözlerine harcadığım iş gücü, söz, şarkı, vakit nerelerdedir şimdi. Kuru kahveci mehmet efendide öğüttürdüğüm kahve tozunu tane tane saymak gibi birşey bu. sen bana bakma lafına gıcığım. sen bana bak hem de iyi bak. i think i am dumb. ama sen yine de bak. bence bir yaz bahar ya da kış akşamı görseydim gözlerini, yağmurun ışılıtılarını biriktirebilir ve gökkuşağından bir resmi geçit töreni düzenlerdim. kafam öyle karışıkki güzelim nar gibi şekilsiz bir küre şeklinde görünse de, içindeki taneler birbirine çarpıp duruyor jelatin gibi bir sıvı üstünde. şimdi bir pulp fiction gösterisi izleyeceksiniz. izliyorsun ama farkında değilsin güzelim. bütün filmlerde alt tema olarak sen varsın. bir besbol sopası seni nası hatırlatır bunu freud biliyor. kara içeceğimdeki kafein (coffee in) izlerinde silüetini görüyorum. beni kızdırma bebeğim bir tetiği çekişimde bütün john dillingerlar dize gelir. bunu sen de biliyorsun. kokladığım her gülde kan kokarken, gökyüzüne yumruk atmak kadar sevmak. evet katılıyorum. istikbal göklerdedir

22 Mayıs 2012 Salı

bu yazıyı okuyanlar ne kadar abesle iştigal etmekteler. bence buuuu kadar. hayır bence buuuuuuuuu kadar. o çok olmadı mı. oldu mu? "ya" olmasaydı türkçe bir depresyon olurdu dimi ya.başın öne eğilmesin aldırma gönül aldırma apaçiler gerilmesin gönül aldırma
şımartan aromalı bir kahve içtim. otobüsün ardından koşmama sebep olan bir cips ve gorilin eline verdiğim çikolatası... gezegenimiz yeterince yetmiyor
bir intihar vakası daha

21 Mayıs 2012 Pazartesi

I.E. Richards kahvaltıda

hoşgeldin mister Richard kahvaltıma. çay koyimmi
- çay alayım tabi
- sen şimdi donut falan da istersin?
R: yok azizim, bari sen yapma. bilirsin hep söylemişimdir böyle popüler şeylere karşıyım ben. hep zaten bu "popular commercialised entertainment" batırdı şiiri de edebiyatı da. Allah'tan "waste land" çıktı da tutunacak bir dalımız oldu.
- hmm. demek popülere karşı çıkıyosun. senin için "new" critic diyolar ama
-derler derler, eskisende new derler, yenilensen de. oysa ben yeniye karşıyım. ama eskiye de karşıyım. Hatta sizin şiirlerinizin hastasıyım. ne güzel,kurulmuş düzenin merkezini kaydıran şiirleriniz var. var olan gelenekçi şiirin içine ediyim ben. onu hareketlendirmek için merkezinden sarsmak ve direnmek lazım bence.
- zeytin de al azizim.
R- alayım üstadım
b- yaw üstat falan deme bana ayıp oluyo bak. hem sen dili ikiye ayırmışsın söyle bakalım iki dil bir bavul. yok karıştırdım. zeytin kelimesini iki dilde de söyle.
R- şimdi bir scientific ya a symbolic dediğimiz dil çeşidi var. burdan, zeytini telaffuz edecek olursak zeytinin minarellerinden,akdenizde doğuşundan, siyahlığından faydasından ayetlere konu oluşundan, bahsetmek gerek. emotive language içerisinde "zeytin" kara güneşim doğmassa masama, sabah olmuş gün doğmuş kimin umurunda derim. böyledir bunlar.
B- ya bırak romantik yapma.
R- yok ya, romantik yapmıyorum. Tamam mathew arnoldun bazı sözlerini destekliyorum. mesela adam demiş; "poetry... will remake our minds". ama ben bunu genel manada söylemiyorum. topluma öncü olacak birşey gibi algılanmasın şiir. o sadece kişisel bir yenileme yapabilir. ayrıca ben emotive language üzerinden romantik edebiyatı yapmıyorum. ben bir tecrübenin karmaşıklığından ve bütünselliğinden dem vuruyorum.
b- dem mi? tazeliyeyimmi şiirleri?
r- çay ve şiir duygularımın arasında bir karışım seziyorum işte. benim romantiğim böyle bişiy.
b- hea.
R- ben zaten emotive dili bıraktım. adam yerine koymuyorlar. critic dediğin nesnel olacak bilimsel konuşacak.
b-senin kökenler de zaten felsefeden geliyo. ohh, bulmuşsun yolunu. kimse beni anlamıyo bilader (paşa çaylar tokuşturulur). napcaz bu meseleyi?
R- dedim ya üstadım.
b- yaw deme üstadım falan.bak rezil oluyorum çocuklara
R- tmm tmm efendim. dedim ya bu populer eğlence kültürü herşeyi mahvetti. Ben kitaplarımda bahsettim bundan.okudun mu "practical criticism"
b-okumalı mıydım?
R- yok canım. sizin okumaya ihtiyacınız mı var. ben gençler okusun diye yazdım.
b- ne yazdın?
R- ya topladım gençleri bir odaya. verdim önlere şiirleri. ama gençler daha önce bu şiirleri ne okumuş ne görmüş. şiirlerin ne zaman yazıldığı, kim tarafından yazıldığı, nasıl yazıldığı hiç belli diil. okuyun la dedim. okudular. Koca şairlerin şiirlerindeki güzellikleri bulamadılar. Kötü şiirlere kötü şiir diyen oldu tabi. Ama imzaya bakıyor millet. Altına deseydim ezra pound yazdı, hemen derlerdi şiir budur. onun için senin şiirlerde imzasızlıktan güme gidiyor.
b- bence şiir, şaire uzak okuyucuya yakın olmalı zaten. beni tanımadan beğensinler beğenceklerse.
R- çok haklısınız efendim.
b- beyaz peynir ye bak kars otlu peyniri o. sizin oralarda yoktur.
R- böyle anadoluyu hatırlatınca benim "pseudo statement" geldi  aklıma. Duyguların ve tavırların rahatlamak açısından dışa vurumu ve şekillendirilmesi önemlidir. siz peynir dediniz karstan, işte kimi dem vuruyor tanrıdan. ya da bilim adamları konuşsun karpuzdan. hepsinde bu "pseudo statment a giriyo.rahatlamak için alayı. ama işte son zamanlarda çok bilimsel konuşur olduk. o da yeni nesili harap etti. lost çok bozdu.
b- hadi bitir tabağındakileri çok konuşma.
r- aman efendim sizi bulmuşum yemek mi yerim. sizin şiirlerinizde çok takdir ettiğim birşey var. ben buna kendimce "organic unity" diyorum. şiirinizdeki öğelerden birini seçiyorum ve birsürü bağlantı buluyorum şiirde geçen diğer imgelerle. ve bir sürü anlam türüyor ama bunlar bütünlüğü bozmuyor. bir de mesela bir kelime veriyorsunuz diğer bir kelimenin yanına koyunca ikinci kelime de bir anlam çoğalması oluyor. kelimeler arasında çok fazla bağlantı olsa da bir sürü anlamlar diğer bir sürü anlamlarla ayrı yerlerde durmayı başarıyor. ben buna şaşırıyor ve "interinanimation" diyorum vesselam.
b- ya kalk git ya. adam sandık kahvaltıya çağırdık. sen benim şiirimi anlamamışsın. benim senin gibi bir şiirim yok. defool. defol ulenn. döverim seni. hepinizi döverim.

20 Mayıs 2012 Pazar

no-named hero


-          Hocam ben önümüzdeki haftadan sonra yokum. Benim sınavımı erken yapsanız?

-          Hayırdır küçük bey, bir yere mi gidiyordunuz?

-          Evet, hocam.

-          Nereye?

-          Çalışmaya, hocam.

-          ….

-          İstanbul’a.

-          Ne yapacaksın orda?

-          Çöpe çıkacağız hocam.

-          Gitmesen olmaz mı?

-          Annem istemiyor ama babam… Ona yardım etmem gerek.

-          Sen-

-          İstemiyorum. Üstümüz o kadar çok batıyor ve öyle pis kokuyoruz ki.

-          ….

-          İnsanlar hep bize bakıyor.

-          Yok, onlar-

-          Bakıyorlar hocam.

-          Orada nerede kalacaksınız?

-          Her zamanki yerde.

-          ….

-          Depoda.

-          Depo?

-          Depo işte hocam, boş verin.

Boş veremiyorum Ramazan’ım. Bunları bana anlatmaman gerektiğini bilmiyorsun henüz. Beni neye dönüştürdüğünü… Keşke sıradan bir 6.sınıf çocuğu gibi rol yapsan. Tek tasası karnesine düşülecek Matematik, Türkçe notları olan… “Nerde kalacaksınız?” soruma dünyanın en aptalca sorusunu sormuşum gibi alaycı gözlerle süzdükten sonra baştan aşağıya öğretmen kılıfımı, küfreder gibi bir cevap savurmasaydın suratıma. “Boş verin.” Boş verenlerin bol olduğu çevrenden bolca duyduğun ve boş verilmişliğine teslimiyetinden söylemeyi alışkanlık haline getirdiğin bu kelimeyi bilinçsizce; sadece konuyu kapatmak istediğin için mi, yoksa çıtkırıldım ve kirli gerçeklerden bihaber görünümüme bakarak yapacağın uzun açıklamanın alacağı zamana değmeyeceğimi düşündüğün için mi sarf ettin bu kısacık, yetmeyen, yakıcı cümleyi? Peki, neden aynı ketum cevabı vermeyi sürdürmedin sonraki sorularıma? Neden aldandın ilgili halime, gösterdiğim şefkat kırıntısına, “Boş verin.” inin körüklediği dahasını bilme arzuma? Çocuk olduğun içindir. Henüz ufacık bir çocuk olduğun için… :

“… Kimi zaman kutularında, açılmamış yaş pastalara, pizzalara rastlıyoruz. Gerçi açılmış olsa da fark etmez, temizleyip yiyoruz.”

Yürüyebilmek için yazıyorum. Ne onların çöplüklerin üzerinde yükselen hayatlarını, ne de bu sefaletin bana hissettirdiği o… o duyguları acındırmak amacıyla. Ne yoksulluk edebiyatı yapmak, ne de “Uyanın ey ahali! Öyleleri var ki karnını doyurmak için sizin çöpe atacağınız ekmek; bunun üzerine tatlı yemek isterse de çöplerin arasında gözlerine çarpacak afili çikolata paketlerine muhtaç!” demek için. Onları sevmek için bir nedene ihtiyacım var. Çöp toplayan çocuklarımı... Yürümem lazım. Yemem… Yiyebilsem iyi olur. Onlar aklımdayken. Bana yalanlar söyleseler, belki… Bir çocuk saflığıyla dökülmese dillerinden tüm bu kör, hedefini şaşırmış keli-mermi-ler..?

Kendi bildim bileli korkağımdır. Kaçmayı en faydalı çözüm yolu bilmişimdir hep. Korkuyorum. Yarın sabah hayatlarına dahil olmak üzere yola çıkmak için kendime bir sebep bulamamaktan korkuyorum. Hayattaki en büyük korkum haline gelen bu şey… Bu, bu nasıl bir şeydir ki tüm hayatı… Hayır, anlat(a)mayacağım. Benim, şahsıma yalanlar söylenmesine ihtiyacım var: Uyuşmaya. O zaman belki, gün gelir ben de her genç kız gibi vitrinlere baka baka gezip alışveriş yapabilir, bir cafede oturup canımın istediğini yiyip içebilir, hareketli müzikler dinleyebilir, akşam rahat koltuğuma yayılıp TVdeki insan kılıklıların görüntülerine bakabilecek, ağızlarından çıkan plastik kokulu lafları dinleyebilecek tahammüle sahip normal bir insana dönebilirim. Benden aldıkları tüm bu şeyler için mi sevemiyorum onları? Hayatın üç kuruşluk zevkleri için…? Tüm bu üç kuruşluk zevkleri tatmak istiyorum. İSTİYORUM. ‘Normallik’i özlüyorum. Normallik diliyorum. Sadece kendim için değil, köküne kibrit suyu tüm dünya için. En azından, çocuklarımın besin kaynağı çöpler temiz, ayrışmış olsa..?

Merhaba Nefsim.

 güle                        güle BilGiinnng

18 Mayıs 2012 Cuma

bir tını gelir

tenine dokunan kara bulutularda üşürsün;
sağnak yağar anılar üzerine;
durmak vesilesisyle bir fasıl bekletirsin hayatı
bir fasıl;
bir ölüm bir nehir bir gökyüzü
ıslak olması gözlerinin
hiçbirşey ifade etmez
kelimeler zaten çığlıksızdır
kelimeler,suluboyası biten ressam.
kelimeler birdaha diriltilemez
belki efsaneydi kelimeler
iki şehir gibi
sodom ve gomore gibi.
ama bir tını gelir.
gitmez bidaha diyemem
gider.
gidene kadar beyinciğindeki damarlarına ulaşıp nüfus eder
küçük kördüğün mercimekten de mercimek kuvve-i hafızanda.
tenine dokunan kara bulutlar, tenindeki çarpışmalar
 dolu yağdırırlar;
sen ağlarsın, endülüsü kaybetmiş krallar gibi.
duyan,
duyan bir kara kaplı dertler,
duyan varmıdır karıncanın karda yürüyen ayakseslerini

ölü olmak çok sıkıcı geliyor bazen

ölmek vakti geçince,
vakit geçirmek epey zorlaşıyor;
ezanı duyuyorsun, ben duyuyorum
kalkamıyorum...evet sıkıcı
birşey diyecek oluyorsun, "portakal" mesela
turunculuğunda bir sessizliğe boğuluyorum.
bir pankart asacaksın olmuyor,tutmuyor ellerin,
bir slogan sallayacaksın dudakların arasından
bir tankın üzerine salınan taş gibi
çıkmıyor sesim.
evet, ölü olmak çok sıkıcı
yazları su kenarlarına oturup türkü tüttüremiyorsun.
kurbağlardan tiksinemiyorum.
bilmek dürtüsü kalmıyor. bilmek.. düşünsene bilmek dürtüsü kalmıyor. hafzalan almıyor hiçbirşeyi bilmek! kalmayınca
dişlerini bilemek... ne fayda...
fayda, hayatta kalanlara...
"vayki gençtim, ölümle paslanmış buldum sesimi".
ölü olmak neden sıkıcı biliyor musun.
insanlar bunu bilmiyorlar..

17 Mayıs 2012 Perşembe

kitaplar

atına atlamış geliyorlar kitaplar. yılların yıllanmış tozlarında.afakanların bastığı bir anda geliyorlar. kitaplar. geliyorlar.kitaplar, kirli sakallı adamları, öldükten sonra anılan yazarları, ve kel kalmış başlarıyla geliyorlar. geliyorlar ve kitaplar. durdurmak bir yaranın mürekkep akıntısı. vurmak, bir divitin dibine denemeden kağıtı. ve işte onlar geliyorlar.
bir mundar muzun kabuğuna çizilmiş, bir bizonun kıç bacağının derisinde. süslenmek sanatını bilmeyenlerden geliyorlar. kitaplar. kitaplar ellerinde şarap şişeleri, kola kadehleri, ve tuvalet kağıtlarıyla geliyorlar. korkun ki kıyamet günüdür, yerin yarılıp gökyüzünün dürüldüğü gün geldi. kitaplardan rulo yapan mısırlılar, ve onları dik yazan çinliler, duymak vaktidir söylediğimi. geliyorlar. yığınla ve zilyon kere zilyonca suratıma çarpıyor her sayfanın rüzgarı. kimse birşey kemirmiyor. geceleri gelen bu tıkırtılardır kitaplar. ölümyiyenler ve bira içenler. korkun korkmak hakkınızken. çünkü bir kağıt parçası, yırtılmış olmanın intikamını denizlerce mürekkeplerde biliyor. her yer kül. her yer küle bulanmış ve onlar durmadan geliyor. olmayan ayakları, durmayan sayfalarıyla. bir korkudur, kokuyor içimde

bir senegallinin kalp atışları

gece,
yürümek gerektiren eylemler vaktinin göstergesi
tanımlar,
unutkanlıktan çekinen insannların kullandığı sefertasları,
bana birşey söyle sevgilim;
intihar etmemek için tutunduğum son mızrak ucundaki kan pıhtısı.
ruj lekesi gibi geliyor bana

yazgım

aynada bir yorgunluk,
isyan eden insanların ayak izleri olmaz,
bir gül koklarsın, bir köpek yavrular,
bahçemizde salyangozlar da vardır,
ama öpüşmek, öpüşmek
bir dizeden yokuş aşağı yuvarlanmaktır;
dizleri üzerine çökmüş bir buzağının
ilk adımlarına kavuşmasıdır öpüşmek.
kapıcalar kasket giyer
bunu unutmak sevgilim.
her matematik sınavı
bir güldür dikilmesi gereken geometrik

şiirimin ortayolu

son zamanlarda şiir ekolündeki kısırlıklar arasında size yeni bir dünya getirdim.şiirin ön nesneleri;
1-şiir içinde bir ben içerir. ama şiirde "ben" geçmez. çünkü baktığımız herşey bir köpeğin gözüyle baksakda bizden birşeyler taşır.
2-şiir deki "zaman"  bir günün ezanlara bölünmesi gibi aralıklarla kaplıdır. zaman olgusunun gerçeklik düzeyi sıfırlanmış olduğundan mütevellid zaman şair manüpülative kurgusudur. zaman, şairin zeminidir.
3- şiirde sadece şairin bildiği bir ritim olmalıdır. okuyucu bunu bulabilirse ne ala.
4- şiir bir amaçtır, araç değil ve peşi sıra gelen fikirler birikintisidir küçük göletler halinde. bunlar takip edilerek açık denizlere açılır.
5- vıcık vıcık simge içeren şiirler de şiirdir. ama benim şiirimde gerekli değildir.
6-şiir hayatın küçük bir prototipidir. hayatta nası fuzuli şeyler varsa şiirimde de vardır. bunlar fuzuli değildir.
7- şiir kendimle çelişme sanatımdır. fikirlerimi savunmayın.

mahpus

açık havada dört duvar arasına sıkışanlar,
siz, boyununa kravat vurulmuş, hançerlerinin uçları mürekkepliler
dağların rüzgarlarını kasırga sanan parlak saçlılar
ayakkabılarını giymek için bile eğilmeyenler ( ve çıkarmak için)
yağmurdan kaçan takım elbiseliler
sizi bütün bu tariflerimden tanıyamasam bile
leş kokan gülümsemeleriniz
bir evrak dosyasının arasına sıkıştırılmış liralarınız kadar belirgin

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Chaos

bir yürümektir aldı başını gitti. önündeki mavi sırt çantalı adamı takip etmeye başladı. gökyüzü siyahla kaplı bir çatıya döndüğü için çanta da gece mavisine yaklaşmıştı. kulaklıklar, konuşkanlar ve taksim. caddenin sıkışıklığı insanlara zevk verirken, iddiasız adımlarla takip ediyordu mavi sırt çantalı adamı.yanından geçenlere sessiz selamlar veriyordu. mavi çantalı adam adımlarını hızlandırmaya başladı.
kenarda duvara yaslanmış aşırı mor rujlu kadın iki adam arasındaki ilişkiyi mesafenin sabitliğinden farketmişti. duruyordu düşünmektense. Teras katlardan birinde bir dövmeli adam aşırı mor rujlu kadını izliyordu. "Kadın" diye düşndü "kimbilir hangi oğlanı kesiyor". DJ aksiyonu artmış bir film sahnesine girmişti. dudağında uzun bir kül koleksiyonunu dondurmuş sigarası yere düşüverdiğinde, müzik durdu. Garsonlardan biri sigara almaya koyuldu. Mavi çantalı adam hala takip edilmekteydi. Peki bunu anlamışmıydı. sol tarafda yanan mumlara bakara iç geçirdi. mumların arkasında ara sokaklara açılan bir aralık. Aralığın sonunda repçi kılıklı karaltılar. Birden çantasına biri çarptı adamın. Dönüp baktı. Elinde iki malbora paketi olan bir genç "pardon" dedi.
  Mavi çantalı adamı takip eden, eline cep telefonunu aldı. Mavi çantaya büyüttü gözlerini, bir tuşla bütün film başlamak üzereydi. Bazen tv setini açmak kadar basittir katliam.
       bir köpek, uzun topuklu ayakkabıları koklar gibi yapıp yoluna devam etti. Kestaneci yanık kokusu alınca, adres tarif etmeyi bıraktı. Mini cooperli bir polis yol kenarına çekilmesi için mini etekli bir kızı ikaz etti. Kız aşırı mor rujlu kadının suratına bakarak küfretti. ama havada kaldı küfür. Hafif esen rüzgar küfrü hamburgercinin önüne sürükledi. Para dilinen kirli suratlı dilenci küfrü yüksek sesle bir adamın yüzüne haykırdı. Küfrü yiyen adam şaşırmıştı ve şaşkın şaşkın mavi sırtçantalı adamın uzaklaşmasını seyrediyordu.
bazen o kadar yazasım geliyorki. hemen silip atıyorum bu fikri. how i met your mother izliyorum.iyi geliyor.aç-tok karnı arasına

ütürk

bir türkünün kıyısını kopardım.
buharı üstünde yedim.
geriye türk kaldı.
hay aks ü

-terli terli başlık yazma - tamam anne

Bir doğumgünü arafesinde sana yürümek alışkanlığı
penceremde olmayan çiçekleri susamak alışkanlığı
varmış gibi yapıp ellerini yüzüme sürme hastalışkanlığı
bir de gözlerinin renginde olabilirse eğer bir civanın akışkanlığı
o zaman seni seviyorumdurlar müzesine kartvizit bırakma fermanı
boş ol.
yoksa sen yok sa sen, hami misin? şu trabzonlu sol ayak ustası.
yıldızlı pekiyi verdi bana öğretmenim.
ama kırmızı kurdelemi cemal abilerin arsasında koparttılar.
iki kişiydiler.teke tek gelselerdi de dövemezdim. ama...

bir doğumgünü arefesinde sana yürümek alışkanlığı

bilmiyorum böyle bir başlık güzel durdu.yani bence yazmaya gerek yok. hadi yazmayalım. tamam

sana da öyle mi geldi?

...aslında okuduğun bütün yazılar bir öncekinin devamı; ansiklopediler aşk romanlarının mukaddimesi mesela. Ya da bir coğrafya kitabı. Bir bilimkurgu filminin ortası. Sana da öyle mi geldi?
bugün okuduğum kitap dünkünün kaçıncı bölümüydü bilemedim. Raskalnikov, Daisy Miller'in annesi değil mi?
bilmiyorum bu bulutlardanmı ama sanki bir orhan veli konuşuyor. zil çaldı

galeta unundan pasta yapmak tadındasın.

ve fakat bunu sana söyleyemiyorum. bağlaçlar kullanım alanının dışına çıkarsa ancak o zaman hayattan zevk alıyorum. Hayır, bunu hiçbir filmde görmedim. Belki beklemek derbisinde berabera kalma sevinçleri bir varmış bir yokmuş. Galeta unundan bir de kule yaptım. İnsanlık şaşkın, ne diyeceğini bilemeyen değil, konuşmayı öğrenemimiş bir çocuk diliyle duruma bir ışık tuttu; galata kulesi.
işte insanlar galeta unundan yapılan kaleleri alladılar pulladılar, üzerine bir de destanlar. ben kral zexus. efendileri olmuşum kölelerimin. Ben kıtalarda yaşayan canlıların sahibi. bulutları nefesiyle yönlendiren asil gemici. ben suları tersine çeviren bir su bükücü. sen kim oluyorsun da bana aşktan söz ediyorsun.
aşk yılgın masalların ortasından fırlayan gerçekliklerde kaldı. sarhoş bir dilencinin delik cebine eline attığında, bulamadığı bozuk para;aşk

rakı bir balık türü müdür

şişesinde balık olduğu sürece rakıya çıkardı. balığı sade içemez illa meze isterdi. birgün içerken zehirlendi.ki bunun adı kılçık zehirlenmesi. kör olasıcılar sahte rakıları denize salmışlar. balıkların kafası güzel.permalı.ellerinde manikür. belki de bu bir japon balığı. üzerinde kırmızı boğa karıştırırsan artar kalbinin çarpıntıları.taurus. bir bilmecede boş kalan son iki kutu gibisin. yukardan aşağı
bir fikrim var yüksek bal esintilerinden
bir fikrim var bir fikirde bulunmak kadar.
bir fikrim var ismi kadın
ve bu kadın kirpikleri kalın
bir erkek fikretle çıkar.
bir fikret var fikrimde demeliydi kadın
oysa bıçaklar keskindir. kuslar gagalı.
kadın adamı google da tarattı.
bir sonuç uçmak kadar güzeldir
yoktu banka hesapları karglarında
kargış;adreslere postalanamayacak kadar
postu kalınımtırak gözlerinde kaybolmaktır.virgül

tütsü

tütsülenmiş fakat ütüsü bozuk bir tavuk
dürtüsü.
kimse yumurtalarıma yumruklarıyla yamultmak.
akışkan ve fişekken bir çiftliktir sana asılmak
evet, istersen evden gelmek gerek.
duymak facianın eşiğinde şaşkın bir kuzunun
şişinde kebap olmaktır
kimilerinin dediği kebabas, bir kare as tavlasında
olmak gibi bir mars
zamanın densizliğinde durgun yüzen sazan.
kimse seslerini sizin kısımsız kızamıklarından,
yalnız kalmak başkadır yutkunup da kan
kan kırmızı kalıp asılsız ter bezlerini kokla sen
yokluğunun tadında bir kalp atışıdır unutkanlık

14 Mayıs 2012 Pazartesi

yazdığım bütün resimlerde ismin var

belki sen de varsın. pardon söze skeptik yarı nihilist bir pippi gibi başladım.
ama taşlar vurulduğunda düşer güvercinler.
ki ben bir kaç köşeli yıldızlarda takılı kaldım.
bir tür bronş tanıma tabiyatıdır nargile. ben de öyleyim
yasaklar, yanına tik atılmamış maddelerin solmasıdır güzelim
bu söz bana hep albayımı düşündürüyor

13 Mayıs 2012 Pazar

Yeni basılmış bir kitabın kokusu, uyuşturucuyla aynı etkiyi yaratıyor"muş

yalandır. bunu söyleyenler uyuşturucu etkisinin nasıl bir etki yaptığını biliyorlar mı. bence bilmiyorlar. yeni alınmış bir kitap kokusu belli sebeplerle gevşme hissi yapabilr sadece. birinci neden, kitap yeni alınmıştır, yani kapitalist mabedlerden alınmış bir relic, günümüzün ibadet etme anlayışıdır. ikinci sebep, yeni alınmış kitap eve giderek okunuk çoğunlukla. alışveriş sonrası yorulduğumuz için yatarak okuruz yeni kitaplarımızı. işte kokudan gelen gevşeklik aslında yatarak uyku hormonlarımızı tetiklemkten ibarettir. çok kitap okumak hem fiziksel hem psikolijik zararlara neden olur. bunu da başka zaman anlatırım.

yoyo çocuk oyunu mudur?

yoyonun tarihi aborijinlere dayanır. aslında bu çocuk oyunu dediğimiz şeyi savaş aleti olara kullanırlarmış. sonra çocukların eline nasıl geçmiş diye şaşırmayın. çünkü savaş yetişkinlerin oyuna duyduğu hasretten ibarettir. çocukken nasıl sokak kavgaları mahalle maçları (ki bunlar savaş havasında geçer.kazanmak hayati bir meseledir) yetişkinken geride bırakmak zorunda kaldığımız bir takım alışkanlıklardır. Ve fakat ( sırf hava olsun diye kullandım) alışkanlıkarı bırakmak zordur. Hatta bir alime göre yemek yemek de bir alışkanlıktır ve açlıktan kimse ölmez.sadece yemek alışkanlığı bırakıldığı için ölünür. İşte bu sebeble ergenlik vizesi almış yetişkinler elinde belli bir miktar güç bulundurduğunda bilinç altına bastırarak attığı vazgeçilmiş alışkınlıkarın "yetişkincesini" oynarlar. velhasıl yoyo bir çocukmaktır.
Belli bir konu üzerinde sabit fikirlerle ve o konu üzerinde daha önce araştırma yapmış "bilim" ya da ne biliyim adamlarının sözleri alıntılanma yoluyla derlenmiş yazılara akademik yazılar denir. yazılar ikiye ayrılır. sade yazılar ve duvar yazıları. Ben bu yazıların hepsine karşıyım. Bilimsellik dediğimiz şeyin zaten propaganda amaçlı ve kitleleri yönetmeyi amaçlayan özelliklerini bilmeyen kalmadı. Bkz. Foucault, Barthes... onun için leylak büklümlerinin kıvrıldığı yerlerde yaşam vardır.
Not: Bu benim elbetteki şahsi kanaatim.
haşiyenin haşiyesi; şahsi kanaatım dediğinizde fikirleriniz dokunulmazlık sahibi millet vekillerine döner. postu ve moderni seviyorum. bu insanın çiğ köfte yemesi gibi birşey.

insanların tetikte olmama haliyle ilişkili burun çekme olguları

sinek kanatları değersizdir. nokta bir noktalama işaretine dahil olduğu sürece coplar heyecan verici cümlelerin sonuna konur!

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Bir Mersiye, Bir Şemsiye




yağmurda yürürken ağlama metaforu artık eskidi
zaten ben ağlamak için güneşli günleri tercih ediyorum,
zira daha pervasuz ve daha can yakıcı oluyor.

ve yağmur taneleri bir mermi gibi sekerken karanlık caddede.
en yapılası şey "bir bilet lütfen"
uzak bir beldeye, bir sheaskir eserine, bir sokak dövüşüne.
yok yok aşk filmine olsun.
"damsız almıyoruz beyfendi" gamsızsam peki ?

yine yağmur, yine koşturmaca.
yağmurda yürümeyip saçaklarını altında bekleyen insanlar
ya edebiyat bilmez, ya hastalık hastası zannımca.
eğitebilseydim bir yağmur tanesini
kızıl saçlarından bana haber getirir miydi acaba?

her gördüğüm rögar kapağına, hiç atlamadan özenle basıyorum hala
kendi pisliğimin içinde boğulma metaforu anlayın işte.
türkiyede şiir yazmak da bir başka,devletimiz çok yaşa.

kafiyeler sıkıyor bazen, tıpkı sizi anlamayan insanlar gibi
çok ama gereksiz.
sepepsiz değildi elbet hiç bi gidiş, yada ne tek fail ne tek katil.
mesnetsiz bir suç da olabilir bu.
ama yalnızsan ve yağmur varsa insan hepsi önemsiz.

buraya bir küfür alayım lütfeeennnn.
biiiiiiiiiiiiiiiiiipppppppppppp
bana bi "şems"* iye lütfen
birazdan güneş çıkar. Kim mi güneşta ağlar?

*şems : güneş

4 Mayıs 2012 Cuma

ince fırçayla boyadım çok kötü renklere boyadım. aslanın resmini. ve kükredi kolalı kafalarla. ısınmak ve  özlememekk için
hadi bana bişiy söyle de uçurtma yapalım. beste  olsun uçurtmanın adı ve çitası. ne kadar enteresan. yüzümü yalayan volkan buharları gibi olmamayı tercih ederim.
amerikanlar ruslardan makine satın alıyo. ruslar amerikanlara mal satar mı. faşist onlar. kim faşist emin değilm acı.faşism diyince kastro mu aklına geliyo:yanlış söyledim mussolini.faşism insan başarı dram kompleksizizim.)sendromu( devamına yaz bide sendrom yaz.
uçmak insanların gazoz kapağıyla açamayacağı
 kadar .... ağrılı ve yavaş bir ölüme sebep olabilir
hacı burdan bizimi seyirçiler mi çekiyo
ahır,yaprak, apartman geliyo.üniversite diyince de akla ilk gelen hacettepe.nin kırmızı tabelası. develer ahır yer abi. otobsüte hacı sabahleyin.güzel kız hacı. hacı sarışındı ve mavi gözlü yuvarlak yüzlü böyle. 1.75 boylarında. hacı yüzü dolgundu ya, çekikti.kedi gözlüydü böyle aynı. burun... kırmızıydı haci. haci nası?- hacı palyaçoydu. yüü çok güzeldi bilmiyom. -palyaçoyu otobüste mi gördün lan?
hoca oynalıym şunu be.tavla burdan oynbanıyo
ne tip fotografların var anlamıyorum. çok berbat cok irencim ya. ben bunu açıyorum hacı oynayalım hemen. kaslar gevişkenliği zamanında susmak. şimdi tavla ırmağı
aklımdan geçen asma kapılı filler.durma kadın durma ağla bilmiyorum yanlış oldu.no woman no cry. hayır kadını ağlamıcakmışın süsliyip püsliyip kentini yağmurlarla randevuya gitçekmişin. dünya böyle döndükçe kendne aynadan bakmamalısın. aşk demek insanlıktan çıkmış fahşice koşan bir ispanyol boğasına avucundan su içirmek demektir. sevişmek yasaksa yasak kalır aşkımız

2 Mayıs 2012 Çarşamba

delirmek hakkımdır

delirmek hakkımdır; çünkü duymuyorum o sesleri, bir çeviri beceriksizce. delirmek hakkımdır; beynimde ve çevremde çan sesleri. daha ne olsundu mavi gözlü bir itin gözlerime bakması; elbette delirmek hakkımdır. yürümek; onu bilmiyorum
delirmek hakkımdır.delirmek
delirmek. hakkımdır delirmek
delirmek; coca cola
salah; hakkımdır
delirmek hakkımdır hakkımdır delirmek hakkımdır delirmek hakkımdır delirmek delirmek hakkımdır hakkıdır hakka tapan. delirmek; mercedez-benz marka bir araca binmek.
 su şaha kalktı ve uyudu ateş. yasak bir sınır çizgisinde yürüyorum. bunu ben de bilmezken insan yaratıldı gözümün önünde. delirmek umrumdadır.
bugün, okuyamıyorum. delirmeksiz bir tencere. paslanmak hakkımdır

devrimci

kasılmayan güzelliğinin ortasında dimdik bir bayrak dikmek. Mevzu bahis kişiler hacamat edilmiş, dahi arkası bir kaç aşire de tüketilmiş. Devrimci, bir uçurumun üstüne yürüyüp, beynin kıvrımlarını tütsülemek onlarca marşla. Ve şakakların, Şakakların kan akıtırcısına düşünebilmekteysen; devrimci* bir piskozu freudsuz düşünme hali ve ismin de hali
dünya beni dinle,yankılarımı, fısıltılarımı, sinüzit olmuş delikanlılık laflarımı. Dün ya, mazide kaldın ya, aklıma gelirsen bir norveçli bilim adamının kobayı olayım. dünyyya beni dinle. emir kun der. sen de olursun. başka sorusu olan. Dünya beni dinle, git settirtmeden kendini. bir gökdelen hayalini yıkma gelen belediye reisi. reyisi çekimser. bir korkular aromalı çekirdek yemek gibi midir gökyüzünü dürmek. Bulutları nefesimle ittirmek. Dünya beni dinle, yoksa kırılacak boynuzlarını gözümü kırpmadan kırararım. Bir fasılın ortasınna atarım seni
nefesimle çektiğimden beri içime dünya. Soruyorum kendime. Acaba gerçekten pırasa var mı? pırasa denilen şey gerçekmi? o pırasaki insanları birbirne başka yeşilliklerde bağlar. dünya beni dinle. bir kaç yüz çeşit yeşilinin olduğunu farketmeme beş var saat. dikkat et!
bu kelimeler benlen sevişmek istiyor. başımı çevirip nayır diyorum.replikler yankılanıyor.
bu beden birden kesilen bir akıntı buluyor gergedanımda. otbüse geçikiyorum, otobüsü kaçırmak herkesin harcı değildir. öncelikle bir kaçırma planı yapmalısın. bir de kuvvetli olmalısın ya fiziksel olarak, ya da otobüsü kaçırmak için dozer tutacak kadar maddi güce sahip olarak.
İntihar etmek, sevgilim, pişmanlıklarının birikintisinden dikey geçişli köprüler yapmaktır. şu yolda geçene selam vermemek, sayısal loto oynamaktır intihar etmek. İntihar etmek, bir kuşun gagasından gelen tek heceli sestir sevgilim. dinliyorumki gölgeni, adam olayım. bana birşeyler söyleyin, yoksa adam olamayacağım. bir de aşk var. Aşk doldururkenn görkemli bir hayat hikayesini, arta kalan kırıntılarla mutlu olan kırlangıçları düşle. bu sana yetiyor olmalı albayım.
düşünmedim yeşilini,eriğin,gözlerinin, ve sinema ekranının. düşünemedim. disk kapakalarıma çullandığım bir vakit, sen geldin sere serpe. bir nefes kalmıştı dudaklarını hissetmem..ıslak.ama yanaklarımda. beni anlıyorsun sevgilim. Beni anladığını bilmeseydim, methiyeler düzmezdim köşede sıkıştırıp. anlıyorsun ya, ölmemek; bir ayıp değildir güzelim.

1 Mayıs 2012 Salı

"ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende" yorgunluk bitti, ve en kırmızı kasındandan astılar adamı, burnu yere değdi, sarı toprağa; sürttü. ölmek için dağlara çıkmaya gerek görmedi. bir çamur birikintisi
vay ki insanları gömmek dürtüsünde buğulu bir balık;susmak; bir bıçağın iki keskin ucundan üçüncüsü
ölmek veda edememktir korku veren yüzüne. sevdalanmaktır dizleri olmayan çiçeklere
ölmek dudaklarında öpüüşmektir çatlakları arasında.
bir kabul ediyorumdur ölmek
söyleyin onlara bıraksınlar beni bıraksınlar geceleri ve kulaklarımı tırmalamasınlar
söyleyin gelmesinler söyleyin; söyleyin zehir zıkkım gibi bakmasınlar
örnek; kusmuğunun içinde boğulma nevinde,
başarısız bir tablo girişimi
resmen, şiiren, irticalen duyula
                                                                  ölmek
                                                               ü           y
                                                             ç               a
                                                          g                    r
                                                        e                        a
                                                      n                            t
                                                    l                                m
                                                 e                                     a
                                              r     akı    sisesinde    balı     k                            
kadınlar ne ister he bide yahudiler?
ne isterlerse ister
arzu,şevk ne isterse onu ister
bir yahudi, bir de fransız
yahu diildi hikayesi
hikayeler beynimde sarkaçlarla açılan kapitülasyonlardan olmaya hüketme eylmenin uzantılarından uzaklaşma çabasından başka birşey değil
isim;yahu
soy isim; çıplak "yahu"
soyma isim
babadı;dübür
anadı; belli değil
vatandaşıdır vesselam

davam

yürüyorum,
mesken tuttuğum bakışlarının ötesine
her dava yürümekle başlar
bir de şu başımdaki ağrı olmasa
damarlarım
dam arlarım çatlamasa
davam,
beyinciğime sülfür döken
iblis.
hatırlamadığım şeyleri
bilmediğim mekanlarda,
söylemediğim sözleri
kusmak
evet kusmak
hem de genzimden.
davam; yığınla yığdığım kitaplar;sigaralar;pergeller;durmadanüşüşüenyağmurlar
d-avam; ben,dün,sen,gökkuşağı
dinmiyor dinmiyor mağaralarında uğuldayan vaşaklar
bir dinse şu güneş
bir bulut salkım salkım yağsa
gök
vanilya renginde esse
bırakacağım
bir ağac yaprağından ayrılırken
inan bırakacağım
ve seni bekleyeceğim
ama şimdi gitmeliyim
unuttum anahtarlarımı ve beynimi
bir kıraathane sehpasında
1 mart 1980 tarihinde doğmuş bir karar vardı. noldu.uyudu. bide 1993te de bişyler vardı. şey vardı. araf vardı.arafat-rabin vardı. noldu.lipton salla da içelim

30 Nisan 2012 Pazartesi

çimlere basmak yasaktır. onlar boşuna ayağımızın altında.çimadam gibi kafamızdan çıksınlar. dünkü maç çimlere yapılan bir katliamdı.soykırımdı. parklardaki çimlere mi basmak yasaktır, yoksa alayınamı. yada tek bir çime basarsak bu yasak değilmi ki çimlere demişler. çimleri neden bir kommunal yaşama hapsetmişler. bu levhaları yazanlar sosyalist mi? çimlere basmak yasaktır neden bir dizeden alıntı olarak gösterilmiyor? çimlerin şiirsel olmadığını kim iddia etti. ve yasağın en güzel romantizm olmadığını. bana bir cevap verin yoksa filozof çleceğim. çimlere basmayın yoksa file zarf vereceğim. sevgilerle
aydahayatolsanolur

29 Nisan 2012 Pazar

Dama atılmış pabuçlar ve yalnızlık

      Bir filmde görmüştüm. Esas kız sokakta orda burada karşılaştığı toza çamura bulanmış, yan yatmış ya da ters dönmüş, teki kayıp ayakkabıları fotoğraflıyor ve onlardan bir fotoğraf albümü oluşturuyordu. Farklı statü, yaş ve cinsiyetteki insanlara ait çeşit çeşit, eşi kayıp ayakkabı ve bunların kızın derin yalnızlık ve çaresizliğini sembolize edişi… Düşünüyorum da; yalnızlık ve melankoli dışında hiçbir şeyin insanın dikkatini bu tür ince detaylara çevirmesini ve kendisini bir kayıp ayakkabıyla! özdeşleştirmesini sağlayacak güce sahip olduğunu sanmıyorum.
Bunu anlatmak zor… ; yalnızlığın nasıl da ilham verici bir güç olduğunu… Her ne kadar şu an benim için yalnızlık, efsanevi rock müzisyenlerinin hayat hikayelerini okuyup okuyup, onlara, şirkli ömür ve melankolilerine aşık olmak; sefalet içinde kıvranan ilkokul ve esrar çekip satışını yapan lise öğrencilerimin durumlarını kendime, kalemime işkence diye belletmek veyahut romantik filmler izleyip sonunda gözyaşlarına boğulduğum histerik kahkahalar atmak demek olsa da biliyorum ki yalnızlığın bir insana olumlu anlamda yaptırabilecekleri de küçümsenemeyecek düzeyde. İlk aklıma gelen ve aslında bu yazıda bahsetmek istediğim, yalnızlığın kimilerine; anneliğin bir kadına kazandırabileceğinden çok daha yoğun bir hassasiyet ve duygusallık kazandırma gücü. Bunu nerden biliyorum dimi? Elbette ki bilmiyorum; fakat milyarlarca anneyi haizken sevgili dünyamız neden hala, düştüğü bok çukurundan başını bile kaldıramıyor o halde? Ayrıca okulumda 5 yıldır anne olan 3 öğretmeni 3 aydır tanıma imkanına sahibim; hiç olmazsa onlar bu tezimi çürütebilirlerdi. Ben tam aksine, daha insan gibi insan olma güdüsünü tetikleyen gücün ‘yalnızlık’ olduğu ve örneğin Afrika gibi sefaletin kol gezdiği bölgelere gönüllü olarak çalışmaya gidenlerin çoğunluğunun artlarında bıraktıkları evlerinde onları bekleyenlerinin olmadığı tayfadan olduğunu düşünüyorum.
Bazen kendime insanların bana neden bu kadar çabuk açılıp sırlarını döktüklerini sorduğumda aldığım cevap ‘Yalnız olduğun için’dir olur; ‘Yalnız olmanın seni başkalarının dertlerine, ıstıraplarına daha duyarlı kıldığını onlara açık verdiğin için…’ Şöyle düşünüyorum: Eşleri, sevgilileri ya da çocukları olan insanlar kendilerine her anlamda (özellikle tefekkür anlamında) ayırdıkları zamanı ikiye-üçe-dörde vs. bölmek zorunda kalır ki bu çoğu şeye takat bırakmayan bir şeydir. Bir de çocukları olanlar fazla korumacıdırlar. Nişanlı evli olup da henüz çocuğu olmayanlar ise korumacı kişilikler olmaya adaydırlar; nasılsa çocukları olacaktır. O nedenle kimi acı gerçekleri duymak dahi istemez, duysa da ilerde çocuğunun da aynı kirli dünyada yaşayacağı düşüncesine bile katlanmak hiç kolay olmadığından bu gerçekleri göz ardı ederler. ‘Kalabalık insan’lardır bunlar. Fakat yalnız olan insanın tefekkür etmeye de, ‘kalabalık bir insan’ nın önemsiz gördüğü detaylara, gözünü kapattığı uç gerçeklere de kafa yormaya da fazlaca vakti olur. Çünkü düşünmeleri, ilgilenmeleri ve sorumluklarını paylaşmaları gereken ikinci bir şahısları daha -ne yapsınlar ki- yoktur. Her yalnız insan için bu tür genellemeler yapmak doğru olmuyor elbette; en azından benim için bu böyle diyelim...
Yıllarca yalnız olduğumu saklama gereği duymadım. Ergenlik yaşlarından bulunduğum yaşa kadar bir erkek arkadaşımın olmadığını öğrenenlerin şaşkın ve inanmaz surat ifadelerini izleyip izleyip (özellikle daha bilinçli olduğum 20li yaşlarımdan itibaren) içimden bu insanların modern kafa yapılarıyla eğlenmek hoşuma gittiği için bunu gizleme gereği duymuyordum. Bir diğer nedeni de  “Yaşıtların evlenip çoluk çocuk sahibi bile oldu; senin yaşın da çoktan geldi. Yalnızlık Allah’a mahsus kızım, oğlum! ” diye direten ortak toplum diline –ki koparasım var o dili- kanan, tüm derdi tasası yalnızlaşma illetinden güvende olmak olduğu için beraberlik yaşayan (daha da kötüsü evlilik yapan) zavallı gençliğin kapıldığı akıma inat gitmekten gurur duyduğumu hem kendime hem de etrafıma ilan etmek içindi. Ne yapayım çoktandır önyargılı bir biçimde insanların yüzde sekseninden fazlasını, aşkın değil yalnızlıktan emin olduğunu bilme hissinin bir arada tuttuğuna dair bir inanca sahibim ve bunu aşamıyorum. Hem kim eski zamanlarda istisna olan zehirli ilişkilerin çağımızda damlaya damlaya kaide gölünü kirletmediğine şahit olmadığını söyleyebilir ki?  Merak etmeyin; dolgun bir maaş, ev ve araba üç bilinmeyenli denklemini çözmeyi yalnızlık labirentinden kurtulmanın en kestirme yolu belleyip münasip talip havalarında ortalıkta dolaşarak, yine ‘yalnızlıktan mülteci’ kızlara yem atma metoduyla anne baba eşleşmesini sağlamış tiplerin her yerde bulunduğu ve bunlardan birinin bir gün gelip de beni saklandığım yerde bulabileceği yönündeki sevgili paranoyam, onların kurdukları müşterek hayat müsveddesinden daha acınası değil. Dediğim gibi endişelenecek bir şey yok: Seyahat dergilerinden kesip topladığım şu yerlerin fotoğrafları… Bir kız kurusuna dönüşeceğim o günlerde alıp başımı kaçmayı planladığım yerler oluyor genelde.
Konumuza dönecek olursak… Ancak artık - yukarıda bahsettiğim yalnızlığımı göstere göstere yaşama lüksünün aksine-  yalnızlığım arttıkça canlılara yönelik doğru orantılı bir biçimde artan şefkatimi dizginlemenin; ya da daha doğru ifadeyle bunun ekran kontrastını düşürme vaktinin geldiğini sanıyorum: ‘Yalnız kal ama bunu belli etme… İnsanlara bu kadar aç, onların hayat hikayelerini dinleyip öğrenmeye bu kadar muhtaç olduğunu ve tüm sorunlarına çare olabileceğine dair aptal bir inanç taşıdığını en azından onlara hissettirme; hiçbir şey vaat etme…’
Kanımda dolaşan fazla doz merhametten övünüyormuşum gibi geliyor değil mi? Ancak gerçek bu değil. Ben yalnızca bu, daha çok acı veren ve hayatın zevklerinden mahrum eden durumun üstüme yapışmasının nedenlerinden hiç olmazsa birini sorgulama tasasındayım. Bu, bir vakit sonra önü alınamayacak hale geleceğine inandığım durumu dizginlenmenin vakti geldi diyorum, çünkü şahsıma ( bunu niçin ‘Şahsıma’ olduğunun nedenlerini yukarıda anlatabildim sanıyorum) anlatılması yoluyla öğrendiğim sır niteliğindeki gerçeklerin manevi yükü fazlasıyla ağır. Evet, esrar çeken ve satışını yapan öğrencilerimle iyi geçiniyorum. Sırlarını taşımamı istediler; ben de bu sırrı, bunları bana neden anlattıklarını sorgulaya sorgulaya; ve yalnızlığımın beraberinde getirdiği insan ve hikaye açlığımı onlara niçin cömertçe açık ettiğime lanet okuya okuya ( ailelerine ve okul yönetimine karşı ) taşımaya devam ediyorum (Bu noktada: esrar, attıkları her adıma gizliden gizliye hayranlık duyduğum müzisyenlerimin yaşamlarının bir parçası ve onların yaşamlarını okuyarak geçirdiğim günlerden sonra aralarında esrarın da bulunduğu pek çok günahı artık kanıksadım diye mi öğrencilerimi yadırgamıyor ve ele veremiyorum? Yoksa öğrencilerimin bu perişanlığının bana aşikar olmasının istenmesinin bir diğer nedeni fırsatım olsa kapılmaktan imtina etmeyeceğim hayata özenip, onu gizli bir arzuya arzu etmekten dolayı bir ceza mı?  Sorular, sorular…)
Bir nevi yalnızlığımın getirdiği duyarlılıkla, aileleri başta olmak üzere tüm toplum bireylerinin gözünde, eskiyip ilk alındıkları gündeki fiyakalı görünüşü taşımadıkları için kaybedilişlerinin ya da bir yerde unutulmuşluklarının bir anlam ifade etmediği ayakkabılardan farksız olan bu gençlerle özdeşleştiriyorum kendimi, çaresizliğimi, yalnızlığımı... ‘Kalabalık insan’ların fark etmediği önemsiz bir detayı fark ediyorum. Tıpkı o filmdeki esas kızın yaptığı gibi… Yıllarca, öğrencilerin yüzlerine dahi gülünmeyeceği, şayet gülünürse onlarla başa çıkılmayacağı ilkesini kendine prensip edinmiş kalabalık onlarca hocanın bu sefillikten habersiz geçmiş gitmiş olduğu bir kervan… Neden ben geçerken…? Dışarıya, yalnızlığının acısını başka insanların acı tatlı hikayelerini dinleyip, acı olanlarına çözümler üreteceğine dair üstü kapalı mesajlar vererek dindirebileceğini düşünen bir yolcu ve onun mesajını anlayıp ona çölde bir seraba koşar gibi koşan hancılar… İşte bu yüzden merhametli olmak hoş değil. İşte bu yüzden yalnız kalmak… ‘Yalnızlığın seni duyarlı yapar’. Ama o kadar… O kadar işte… Sonuç? Sonuç şudur: Kendisine koşulan, bir seraptır; seraptır sonuçta… Gerçek ihtiyaçları karşılayamaz; susuzluğunu gideremez ona koşanların. Yazının başından beri yalnızlığın insana kattığı erdemlerden gibi gösterip, kendimde de mevcut bulunduğunu savunduğum duyarlılık, merhamet, şefkat gibi duyguları hissetmekle, bunları Afrika’ya gidecek kadar hissetmek arasında fark olduğunu söylemedim hiç değil mi? Bana kalan mı?: Eskisinden daha koyu bir karanlık…
                                               By Bilgin

Başlıksız yayın

hangi devirde yaşıyoruz kardeşim!

.

bir zamanlar hamburg kıraathanesi diye bir mekanı övmüştüm ya. unutun gitsin, tuvalet kağıdı bembeyazdır yumşaktır güzeldir. Ama tuval değildirki üzerine resim yapasın

27 Nisan 2012 Cuma

kompostonun yaptığı kızıl devrim

Kolayı tekerrüren bıraktım, belki dükkanda değil ama tadında bıraktım...esrara devam...28.04.2012, saat:00:04. yaklaşık 3 saattir kola içmiyor. aydınlandım, feng şeyi oldu, amerikan rüyasından bilmem kaçıncı kez uyandım..ama uyku tatlı şey be...

26 Nisan 2012 Perşembe

yol kenarında duran bir adam varmış. Adam yol kenarında durmaktaymış ve yoldan geçen insanlara bakmaktaymış. Karşısında kablolalarla sarılı bir can var.  kulaklıkları var, elinde bi ekran var bi de temel varmış. Ama Can hikayenin konusu değilmiş.
Hikayenin konusu yol kenarında duran bir adam varmışdır. Yolda yürüyen başka adamlar da varmıştır. Ama bu adam yol kenarında duran bir adammış.
 Adama doğru hızla bir kadın yürümekteymiş. koşmak gibi yürümekteymiş. üzerinde kırmızı elbise varmış. elbisenin kırmızı olması kızın hızla yürümesiyle ters orantılı değilmiş. hızla giden kız, yol kenarında duran bir adamın yanından geçmiş. ama kuşlar batıya doğru uçmamış.
Yol kenarında duran bir adam, hızla giden kırmızılı kadını durdurmuş. Bakışmışlar. Adam durmaya devam etmiş. Kız ne demek istediğini anlamamış...
Hızla bir kadın yürümekteymiş adamın yanında durmuş. adam kırmızı elbise varmışa bakmış.
hızla giden kız hikayenin konusu değilmiş.
hızla giden trenler filmlere konu olduğundan beri köpekler uçmak.
İns anılarının olmasını anlamyrm.
Bir tarantulanın bacaklarını boynumda hissetmek bir tarantulanın tüylü bacaklarını boynumda hissetmekten farklı. Ah! bir tarantulanın, kıllı bacaklarını traş etmek.

imgeye anlam vermek

İmge, al bu anlamları...
tam saçmalamamaya karar verdiğim bir anda, böyle birşey olabilir mi diye de düşünmeden edilmiyor. yani kedilerin kuyrukları vardır, köpekler havlar, gökkuşağında çok renk vardır. güneş sabah doğar, akşam batar. bazen metallica dinlemek güzeldirmek.
   parantez açmak anlamayı kolaylaştırır. topic sentence bulamamak çok sıkıcıdır. aklına hep hocanın ne düşüneceği gelir. bazen de gülesim gelir.
 sabah süt içmek, süt içmemekten iyidir sanırım. içeçek çeşitleri çoktur. ama en çok su, alkol, kola tüketilir. emrahlar serbes kaldığı sürece nerede o eski ramazanlar diye sorulacaktır.

gelemem


Üzgünüm bugün gelemem

Sadece üç beş kuruş özlem kalmış

İşportacıdan aldığım cüzdanımda

Merak etme ıslanmadım ben

Sadece birkaç damla sevgi kalmış

Saçlarından esen hoş rüzgârdan

Sensiz kalırım sanma

Uyutmayan hayalin var yatağımda uzanmakta

5 december 2006

17 Nisan 2012 Salı

gun vs poem

sometimes you have to bring your own gun because stanzas are not always filled with powder

film

bütün başrol oyuncularını yakışıklı, karizmatik, güzel olması bir alışkanlıksa da holy bulduğumuz woodlara insan yüzleri çizeriz. putlarımıza özenmek kadar vaşaktır mendil. gözlerimi gözlerine dik açıyla oturt ki mimari mizi mazimizde aramayalım. sütünlar ve kolonlar, fareler ve deneyler kadar gerçektir bana kalsa. bir mübareklik sezdiniz siz de değilmiş. gözlerimi hissedebiliyorum

dünyayı anlamaya çalışmayın

ders verek gibi olmasın.ya da vaaz vermek gibi. ama beni çalışın. bana çalışın demiyorum. beni, mesela tezinizi benim üzerime yazın.dünya gereksiz büyük diilmi sizce de bizce de yada latincede. her dilde aynı çıkmaz. bildiğim iki kelime de etkiliyici bir büyü ve rehabilite etme yeteneği var. (bi) siktir git

at

insanlar düşerken çok sık at dermiş.bunu bi dize de görmüştüm. bitişimiz hiç de radikal olmayacak

karanfil de tütün kokusu(n)

bak hele

çiçek yaprakları gibi sapır sapır ağaçların dibine dökülmüş insanlardan kartpostal yapamya kalkmayın. önce kullanma kılavuzunu ya da varsa readme dosyasını bulmalısınız.
terli terli ve aç karnına feyse girmeyin.
bir kurbağa göbeğini göğe dikip güneşlenebiliyor. buna şahidim. atomlar da. sen şahit değilsin hariç

silsile

kelimelerin yağmur gibi yağdığı ve arabalar gibi üzerime çarptığı sisli ve cümleli bir havada bütün bunları başımı hasardan korumak için yapıyorum.
bütün yemekleri aç kalmamak için ve haz aldığım için yiyorum.
işemeyi çok seviyorum.
not; not diye birşey bir yazının eksik donanımlı olduğunu ve dışardan destek alma ihtiyacı duydugunu ortaya koyar

ah muhsin ünlü eksi 2

kapımın önündeki nallara mıh çakıp bir at çevikliğinde bindim aşka. ama attan inerken bir rasyonellik krizi geçirdim. sen yazmaya başla ki, ben saçmamamamlıyım

kanto

kanto yapan bir seni tanıyorum
ama bir dragoroman tanımıyorum
senin harflerin bir kızı hatırlatıyorum
böyle buyurdu zerdaleştüyorum

uykulu sucuklar yemek alışkanlığı

bir-bülent-ölsündür çok sever yaşamayı. bir-bülent-ölsündür çok sever uyumayı. çünkü uyku birilerinin uzaktan akrabasıdır. ve bu iş için de referans vermek lazım gelir.

vardiya değişimi

gençti, işten kaytarmayı çok severdi. çok  da tındı. nasıl oldu anlamadım, bu havaları bana bırakıp gitti.

define-tion

aşk bir girdabın içinde ne kadar süre kalabileceğinle doğru orantılı rakamsal ve hormonsal verilerdir. delilik, bu girdapta varılabilecek maksimum süreyi aşıp girdaplarda gerçekliğini kaybetmektir. nefret.o benim

Vather

bir insan, ya da bir insan değil. konuşabilen canlılar baba dediğinde, altında buzağı arayan edebiyatçılara entel diyorlarlar. kendine entel diyen bir milyon kentrilyonbinyüz konuşan canlı gördüm. hiçbiri senin kadar güzsel değildi. yapraklarıdan taşan çiğlerden yedim. appendiximi aldılar. sana vather diyorum. "vather why hafe you vorsaken him"
*bir baba ata binemese de babadır.
yine özledim. özledim seni çünkü yemek yemeyen insanları seviyorum. acıktım diyenleri işkembelerinden tavana asasım geliyor. mendil satan çocuklardan iğrenip çiğ istakozları miğdeye indirmek için ağzı sulananlar sapık değilse de pavlovun deneylerine maruz kalmış gevişgetirengillerdendir. seni özledim, çünkü gökyüzüne bakıyorum.
kustum yazmışsın mesajında. nasıl sevindim bilemezsin. insanlığın çirkin yüzünü seyredip mide hazımsızlığı geçirmen ne kadar güzell. hala biraz bir parça birşey kalmış demek yüreğinde ama kusmuğun da var bir parça ağzının kenarında. Meğer "küstüm" yazmışsın. süküt-u hayale uğradım. noktalardan intikam almak isteyen bir ingilizce gibi nefret ettim senden. sen demişken. nasılsın iyimisin* yoksa gökyüzü siyah mavi beyaz pembe renkte mi yine

ah muhsin ünlü -1

not:lazım gelen gülleri bulamadım, bu yüzyıldan dikine çıkamadım enine de sığamadım, bence geri gelmelisin, lazım gelmeyen boşluğu hissediyorum. sen yokken şair diye cirit atan beygir olamama ihtiyacıyla dolu insanlar var

ah muhsin ünlü

adama bir öpücük verin* yoksa şair, ölecek%

15 Nisan 2012 Pazar

racist but sounds funny and true

"The Allemane (germans) were Christians, that was for sure. They lived in the north like all others, in what we call Blad Teldj, or the Snowland. Allah did not favor the Christians; their climate was harsh and cold, and that made them moody and, when the sun did not show up for months, nasty. To warm themselves up, they had to drink wine and other strong beverages, and then they got agressive and started looking for trouble. They did drink tea sometimes though, just like everyone else, but even their tea was bitter and scalding and not like our..." from the book Dreams of Trespassing by Fatima Mernissi

14 Nisan 2012 Cumartesi

uykusuz bırakan bir dize

"aşk örgütlenmektir,bir düşünün abiler" ece ayhan

balzac

gözlerimi kapayıp seni düşlüyorum balzac. olmayışını düşlemek bütün varlığının detayını veriyor bana.Bunu yaparken faks makinesini kullanıyorum.gözlerim kararıyor mavi bir balık tutmak kadar güzel adın. ben ben olmaktan çıkarken, karakterlerin sen olmaktan çıkıyor.beyoğlunda yürümeye başlıyorlar.beyoğlunda koşuyorlar. beyoğlunda tramwaya biniyorlar. sen olmuyorsun. bir fransız öyle söylüyor. ve ben de bir deliyi şahit tutuyorum,şahidi deniz tutuyor. denizi kimse görmüyor.

13 Nisan 2012 Cuma

böğürtlenli karabasanlar

bilinCime inelim sevgilim. Yaşamalı mı? yAşamamamamamlı mı bu dunyayı? takıntım sen değilsin. Takındığım küçüklükten gelen talihsiz günahlar serüvenleri.Beni anlamanı beklemiyorum sevgililerim. yOKsa kaypak bir romanın ilk sayfası olsa gerek. sismik titrek seslerine teşekkür ederim girişimlerin. Susutğumu ssssssss hayvanlarıyla ispat etme çabasına girmiyor dikenli çalılar kusmuğumu mu...

7 Nisan 2012 Cumartesi

masum değiliz, hiçbirimiz...

Saçlarıma dokunmasına müsaade ettiğim o ilk an içime içime ‘Olamaz, Olamaz! Elleri..!’ diye haykırıp durdum. Sesimi bir tek benim duyabiliyor; ona duyuramıyor olmamamın yaşattığı çaresizliği, özenle hazırlandığı her halinden belli, ve o ellerini saçlarıma atmadan hemen önce soluksuz izleyeceğimden son derece emin olduğum sunu boyunca hissettim; kolunu sırtımda, parmaklarını da saçlarımda hissettiğim tüm o süre boyunca…Tamam, elleri ürkekçe yalnızca saçlarımın ucunu (2 cm yukarısını değil..) okşama hakkını bulurken kendinde, bir  ara  dönüp, yüzüne sahte bir şefkatle gülümsemiş; üstüne üstlük dudaklarımdan: “ Saçlarımla oynanmasını severim.” cümlesinin çıkmasına mani olamamıştım. Fakat şimdi pişmandım; ellerini bir an önce çeksin artık istiyordum… Ama nafile! Bir yandan suratına gülümserken, bir yandan da gereksiz bir biçimde sarf ettiğim o teşvikkar sözden sonra tabii ki o da bu durumdan hoşnut olduğum sonucunu çıkaracak ve beni memnun etmek için şu tüylerimi diken diken eden hareketini sürdürecekti! “Ne Aptalım!”

Sonunda, içime içime yalvarmaktan ve nefretli ‘ben’le kavga etmekten sıkılmış, programın seyrini ise çoktan yitirmiştim. Sağım solum koluma geçmiş omuzlarla çevrili olduğu için kıpırdayamıyor, içerdeki oksijenin ölümünü ise çaresizce izlemekle yetiniyordum. Ortamı karartmak için içeriden pencerelerin önüne konulan kalın kalın kartonlar ve kapının ağzına dizilen oturma yerleri yüzünden oksijen kaynakları tıkanmış, bana da ‘Ya Sabır!’ çekmek düşmüştü. Kendimi  “Nasılsa elleri saçıma değdi, bırak nasıl istiyorsa öyle olsun” şeklinde düşünerek rahatlatma yoluna gittim. Ancak arkamda ayakta duran, ellerin sahibi biraz sonra parmaklarını nazikçe boynumdan yukarı çıkarıp saç derime değdirdiğinde iğretiyle ürpermiş; fikrimi değiştirip boynumu ‘Yeterli, tamam.’ anlamında rahatsızca oynatıp,  saçlarımı önüme almak için hafif bir hamlede bulunmaktan kendimi alamamıştım. Fakat o bunu hissetmemişti bile! Hemen ardından başımı, elimden geldiğince nazik olmaya çalışarak, çevirip neler olup bittiğini öğrenmek istercesine gözlerine baktığımdaysa karşılaştığım şey, sinevizyon perdesinin hemen yanındaki boş duvara dalmış bir çift yeşil gözdü. Ve de onlardan taşan ve yansıdığı duvarı bile delecek şiddette bir ‘Hüzün’… Hayır, hayır daha etkili bir şey görmüş olmalıyım ki, 20 dakikadır saçlarımda bir aşağı bir yukarı gezinmekte olan o, asırlardır yıkanmamış gibi duran ve bu yüzden de üzerinde oluşan kir tabakasının bir nasır görüntüsünü andırdığı elleri bile unutturmuştu bana. Hatta az önceki ‘saçlarım kirlenecek hatta bitlenecek(!)’ gibi bencil ve zavallıca korkularım için belli belirsiz bir utanç bile hissettirmişti. Evet, bu utanç kırıntısını ben hissetmiştim!  Sanki son 20 dakikadır programı dinlemeyi bırakıp; günlerdir daha çok ilahi bir varlığı inceler gibi her hareket, jest ve mimiğimi saygı, korku ve hayranlık karışımı duygularla incelemesinden ve her adımımı takip etmesinden müthiş rahatsızlık duyduğum o bir çift yeşil gözün nasıl olur da bugün yanıma yaklaşabilme cesareti bulabildiğini sorgulayıp durmakta olan ben değilmişim gibi!  Ne yazık ki az önceki de bendim. “Acaba istemeden fazla mı yüz verdim? Daha dikkatli olmalıyım; ya daha da fazlasına cüret ederse?”  sorularının kafasında fink attığı ben. Ellerinin pisliği yüzünden, Onun saçlarına dokunuşuna; onları, canını yakmaktan korkarcasına okşayışına kendini bırakmak yerine, her hücresinin tiksintiyle ürpermesini tercih eden bu öğretmen... Diğer yandan, o hüzünlü, mahzun, dalgın bakışlar kendime Onu ne kadar tanıdığım sorusunu da sormama sebep oldu. Bu da belli belirsizdi. “Onu tanıyor muyum? Okula niçin yüzü, elleri ve saçları kir; üstü başı perişan bir halde geliyor ki?” Yok, yok bunları merak etmiyordum, hem de hiç… “Dürüst ol Zehra! Seni zerre kadar ilgilendiriyor mu tüm bunlar?” Ama öyle değil miydi? : Ben yalnızca kendi işimi yapmalı, üstüme vazife olmayan şeylere karışmamalıydım. Hem nerede, nasıl, kimlerle yaşadığını bilmem neyi değiştirirdi ki? Benim dertlerim bana yetmiyormuş gibi!

İlerleyen günlerden birinde, aynı yeşil gözler ve simsiyah kirinden derisinin rengi görünmeyen eller yeniden karşıma dikilme cesaretini buldu kendinde. Suya hasretinden çatlamış toprakları anımsatan o minik eller bu kez parlak renklere sarılmış bir paketi tutuyordu sıkı sıkı. Paketi, yüzünde utangaç bir gülümsemeyle burnuma doğru uzattığında aklıma gelen ilk şey, “Gazeteyi (sofralarına yaymak için) bile köylerinde bakkal neyin olmadığı için öğretmenlerden getirmelerini talep eden mahrumiyet bölgesi halkının bir bireyi olan bu kız bu cafcaflı hediye paketini de nerden buldu acaba?” olmuştu. Hah! Şimdi düşünüyorum da, harbi moronmuşum…

Hediyeyi, eşine az rastlanır bir ısrar ve şayet bana sunulana el sürmez isem bir kalbi ellerimle lime lime edeceğime dair çeşitli vücut dili mesajlarının da etkisiyle kabul edip teneffüsü geçirmek üzere meslektaşlarımın arasına döndüm. Çok iyi hatırlıyorum (hatta bundan sonra aklımdan hiç çıkmayacak bir şekilde…) günlerden perşembeydi. Aldığım paketi çok da hevesli ve meraklı olmayan bir ruh haliyle açıp içindekini çıkardım: El yapımı bir duvar saati... Çeşitli renklerde, belki bin adet karınca büyüklüğünde boncuğun bir karton plak üzerinde beyaz eşarplı bir köylü kadınını resmettiği, vücud bulması için müthiş bir sabır ve emek gerektiren bir sa-at …

Keşke hikayem burada bitseydi. Bunu her şeyden çok isterdim. Şu an hayatımda olmasını arzu ettiğim her şeyden daha çok… : Saati şaşkınlıkla ve böyle değerli bir şeyi asla hak etmediğim ve asla da hak etmeyeceğim kanısıyla bir köşeye bırakırken, bir öğretmen arkadaşımın ağzından çıkan üç kelimelik cümleyle afalladım: “Hapishanedeki abisi yapmıştır.”  Ben şaşkın bakışlarımı, eğer tek kelimelik dahi bir şey sorarsam ardından duyup öğreneceğim şeylerden korkar bir vaziyette bir o hocanın, bir bu hocanın yüzünde gezdirirken, içlerinden biri nicedir gözümü kapadığım gerçeklerin üstündeki beyaz örtüyü hızla çekip aldı. O kar beyazlığındaki masumiyet örtüsünün üzerine neler dizmişsem ya da düz!müşsem bir anda bir bir yere çalındı; tekini bile kurtaramadım… Bir ‘Son’ mu bekliyorsunuz? Peki… :

Bizim çirkin elli kız o gün, her sabahki gibi erkenden ahırın yolunu tutar. Ahırın kapısını aralayıp içeri adım attığında tavandan sarkan bir beden karşılar onu. Tavandan sarkanın bir değil iki beden olduğu ise günler sonra ortaya çıkacaktır. Meğerse yer çekiminin yuttuğu ruh bir değil, ikidir. Senem’in en büyük ablası ve artık olmayan varlığından ancak bu olaydan sonra haberdar olunan minik ruh… Otopsi sonucunda Senem, ablasının tecavüze uğradığını öğrenir. Otopsi sonucu bir şey daha söyler. Şimdiye kadar söylediklerinden çok daha karanlık bir şey… : Ablasına tecavüz eden kişi öz be öz dayısıdır. Da-yı-sı… Sonra Senem babasının dayısını öldürmeye teşebbüs ettiği haberini duyar; ardından da babasının hapse atılıp, dayısınınsa kaçıp saklanmayı başarabildiğini. Senem onlara kalan ve sırtını dayayıp güvenebileceği tek kişiye; abisine sığınır. Ta ki onun, dayısını bulup gebertmeye dair kanı-canı pahasına ettiği yeminleri duyana kadar… Senem. Senem yoktur artık. Bir köşeye sinmiş dehşetle olanları izleyen, çaresizce bundan sonra olacakları bekleyen; duyan, bakan fakat işitip görmeyen bir kütle… Büyük ablasının ahırda gördüğü kütlesine benzer bir kütle. Tek fark bulundukları mekanlar. Senem’in ortanca ablası ise yerini en son belirleyen kız kardeş olur. Kaçak hükmündeki dayısının yanı…: Onun yatağı… Kimse bu son ihaneti kaldıramaz. Akıl sır erdiremez. Artık Senem’in abisinin alacağı can ikiye çıkmıştır. Arar… Deli divaneye döner de arar… Bulur. Tetiği çeker. Kurtulur.

İstediğinizi verdim: Son. Nasıl? Saçının kirlenme korkusu yaşayan ilahi bir varlık ve ona haşyetle bakıp dokunurken tanrıçanın midesini bulandıran minik kirli bir yaratık…İyi hikaye hı? Hadi sesli söyleyin, duyamıyorum: ‘Öğretmeniiiiim canım benim canım benim, seni ben pek çok, pek çok severim. Sen bir ANA…’ Kes, Yeter!
Bilgin