24 Ağustos 2011 Çarşamba

Bakmıyorsun...





Sana yazıyorum tüm bunları, senin adın yok.
Orda bir yerdesin biliyorum. Beni izliyorsun
Neler yaşadığımı biliyorsun.
Türk sanat musikisinin hafifliği
Ve rap müziğin asi ruhu aynı anda üzerimde.
Bunları çok iyi biliyorsun.
Sadece izliyorsun bakalım ne yapacak diye.
Bakalım beni bulabilecek mi diye.
Orda olduğunu çok iyi biliyorum.
Bana bir adım daha yaklaşmayacaksın artık.
Bütün yolu kendim bulmam gerekiyor.
Zifiri karanlıkta ay ışığına güvenip
Nöbet tutan bir asker gibiyim.
Korumaya çalıştığım ise
Senin bende hala olduğunu düşündüğün o saf halim.

Artık her şey çok daha zor.
Çok hor gördüm her şeyi, çok tepeden baktım
Kendimin bir karınca olduğunu unuttum sadece
O yumurtaların kırılacağını biliyorken bile durduramadım
Engel olamadım.
Kendimi affetmek zor, ama buraya kadar gelmişken bırakmak istemiyorum.
Hak etmediği halde o kadar şey için endişelendim ki
Gerçek Hakk ı ve hak edeni ihmal ettim.
Sana baktım ama seni görmedim.
Kafamın içinde tilkiler cenk ederken
Karga peyniri alıp kaçtı. Durum bundan ibaret...

Anlamsız geliyor değil mi bazı şeyler sana
Ama henüz iplerimin kimde, nerde olduğumu bilmeyen bir kuklayım
Emin ol, o nalet olası ipleri bulup
Yoluma çıkanların boynuna dolayacağım.
Seni çok korkuttum, gereksiz kahramanlık gösterileri yaptım
Hepsi çok korktuğum içindi aslında, bunu sana söyleyemedim.
Çok korkuyorum inan...
Bir mum alevi görsem peşinden gideceğim.
Eskiden aynaya bakamazdım, nefret ederdim.
Sonra baktım ki aynada kendimi izler olmuşum
İnsan kendini izleyince başka hiçbir şeyi gözü görmüyor biliyor musun?
Her şey onun için 2. plana düşüyor
Kendi kendini sevmek hastalığı insanın içinde düştüğü
İkinci bir kanser vakası. Çaresi olsa da çok zor
Seni yavaş yavaş normal hayattan kopararak öldürüyor

Seni bir kez görebilmek için birçok şeyimi feda ederdim
Mesela kitaplarımı, mesela şiirlerimi, mesela sabah kalkıp beslediğim kuşlarımı
Pahada hafif, anlamda ağır nesnelerim var benim, ama sen yoksun...

Olmuyor olmuyor. Aynı cümleleri papağan gibi tekrar ettiğimi düşüneceksin şimdi
Çünkü sen gittikten sonra hayat dondu ne yapabilirim.
Fatih deki o ufak kahvehanede, sabaha kadar kahve içmek istiyorum hala.
Küfür sahibi oldum. Buda gelmedi ve geçmedi o zaman ağlarım yapacak bir şey yok.

Kpss ye girdim gardiyan oldum.
Sırf başkalarının hikâyelerine karışayım
Oradan seni bulurum belki diye.
Birçok hayat hikâyem olursa, kendimi unuturum belki diye.
İkinci durağım acil servis, 3. sü ise mezarlıklar olacak merak etme.

Şimdi tüm gördüğüm buğulu camlara adını yazıyorum.
O da olmuyor. Yine terk edip gidiyorsun.
Zorla uyuyorum saatlerce, rüyalara girmiyorsun
Gar da en uzaktan gelen trene senin adını verip
Saatlerce bekliyorum, içinden sen inmiyorsun.
Seninle aldığım bir çiçeğim var, saatlerce konuşuyorum
Yine de açmıyorsun.
Tüm cenazelerde tabuttaki sensin diye katılıyorum
Ama ölmüyorsun...
Beni görüyorsun
Elveda demek için bile yüzüme bakmak
Çok zor mu diyorsun?

16 Ağustos 2011 Salı

"Şiddete Meylim Vallahi Dertden"

Rica etsem !!!
2 dakika Beni dinliyor gibi yapabilir misiniz acaba?


Posted by Picasa
09.12.2005
Bu tarih 18 yaşıma 13 gün kaldığını gösteriyordu. Başımızda üniversite belası vardı. O zamanlardan kafiyeler en iyi sırdaştı. 18. Yaşım yüzü suyu hürmetine bir akşam defterime karaladığım, yarı rap şarkısı, yarı şiir bu yazıyı sizinle paylaşıyorum. Her satırın o zaman ki hayatımla alakalı bir anlamı vardı. İğneleme yapmak istemiştim. Nefi’nin hicivleri en çok sevdiğim eserlerdi.Başta kavak yelleri eserken, bir dava adamı şuurunu hiç bırakmak istemiyordum, o yüzdendir ki,savaşarak ölmek mecazi anlamda en mantıklısıydı. Bir de yazıdan gördüğünüz üzere, bir set çekmek istemiştim bazı şeylere. Yeni bir başlangıç yapmak mesela.Merak ediyorsanız eğer yapabildin mi diye? Cevabım : Tabiki hayır J

Hep karamsar şarkılardı beni anlatan,
Bugün dünüme set çektim anlamsız bir tektim
Sevdiğim yarimi derine gömdüm bak yok
Aşk adında şaşkın kaldın kaynasın kazan yo
Girdim bir uzun yol, el uzatan varmış çok
Anlaşılamayan adam aldatılan oldu yo
Bir bakmışsında bu masal bitmiş
Hatip kalemi eline alıp yeni bir satır çizmiş

Önceden çocukmuş şimdi duygularını kaybetmiş
Bir filmde hayatı gerçek mi zannetmiş.
Gülümsemek mi zormuş, yoksa insanları üzmek mi yormuş
Sonra birisi sormuş, ama bu çok zormuş
Çok kolay bir cevaba kaç gözyaşı dökülmüş
Evet,hayır,evet yoksa hayır  mıymış?
Hayır olsun işim,her işim hayır
20 ay çıktığım bak ki bayır.
Ardına bakmadan gitmesi beklenen,
Gözlerin ardından hangi gerçek saklanan
Çözülemeyen insan yoktur elbet bekle
Kaybetmezsin kazanırsın daha çok emekle
Ve daha çok emekle, ve daha çok emekle …

Karşılıksız sevmeyi her acıya gülmeyi
Bir dava uğruna küçücük görünmeyi
Yedirdim kendime kırılan kalemleri
İdam sehpam kurulmasın savaşarak ölmeli!!!


Sonu sonu  bu parça, yüreğim parça parça
Her adımda tökezledim kalktım yürüdüm zamanla
Hayat bir oyun ona gülümse
Dün ağlayan adamdım bak şimdi bugünse.
Güneş doğdu her güne
Şükür olsun rabbime
Uçurumun ucunda selam verdim aleme
Kimse bakmaz halime
Sürgündeyim Habire
Hiçbir zaman küfretmedim
Bu son affım zalime

Ve tökezleyen bu kalp hayallerle yağlanır
Beynim kalbim arası nefsimle bağlanır
Giden gitsin kaç yazar, dostun özü aranır
Beni seven beri gelsin, hatip o zaman sırıtır
Korkak olmak bir sıfatsa en korkak bunu söyleyen
Oyuncak olmaktı bana hiç gelmeyen
Sanmayın umut yoktur, yeni diriliş yarın
Alınmadan önce anlayın bu size son uyarım…


Karşılıksız sevmeyi, her acıya gülmeyi
Bir dava uğruna küçücük görünmeyi
Yedirdim kendime kırılan kalemleri
İdam sehpam kurulmasın savaşarak ölmeli!!!



Real life issue





"Amansız Zamansız No#2" has found job today “finally”.

First step to start real life ...
We say Good Luck to him.(aren’t we)
And we know he'll be more creative with open mind from now on :)
Congratulations my friend ...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Sen benim, Ben senim




Yerli yersiz ağlamalarım içinde
Dışarı akmayan gözyaşım benim
Yazamadığım her şiirde;
Kaçıp giden ilham perim.
Gidilmemiş yollarımda
Bildiğim tek menzilim
Aşılmaz yollar varsa bile
Mecnun’un kurduğu hayal benim.

Ben senim, Sen benim
Sen benim, ben hiçim

Kalemim seni anlatır,
Tükenmeyen mürekkebim
Varsın olsun Aşılmaz yollar
Ferhat’ın Şirinine duyduğu sevda benim
Eller Allah’a açılır
Edemediğim tövbem benim
Günahında güzeli olur mu deme
En büyük günahım benim…

Ben senim, Sen benim
Sen benim, ben hiçim






13 Ağustos 2011 Cumartesi

Otogar,Havalimanı,Tren İstasyonu




Nasıl ki sağlığımızın kıymetini anlamak için
Hastanelerin acil servislerine gidiyorsak...

Sevdiğimizin değerini anlamak için de
Otogarları, havalimanları ve tren istasyonlarını ziyaret etmeliyiz...

En kısa ve en anlamlı sözlerin söylendiği yerlerdir bu mekânlar.
En kısa ama en derin bakışların
En masum ama en anlamlı dokunuşların olduğu yerlerdir.
Burada yapılan hiç bir hareket unutulmaz ve aska silinmez
Buradaki her bank bile ayrı bir hikâyeyi anlatır
Her bekleme salonunun kendine has bir ruhu vardır.
Kavuşmalar değil, ayrılıklarla hatırlanır nedense bu salonlar.


İki kişiyseniz eğer...
Birbirinizin yüzüne bakmaya çekiniyorsanız mesela
Kaçamak bakışlar atıp göz göze gelmekten kaçınıyorsanız
Söyleyecek çok şey olmasına rağmen susuyorsanız.
Kısa cümlelerle geçiştirmeye çalışıyorsanız.
Uzayan her cümle boğazınızda hıçkırıp olup takılıyorsa
Ağlamamak, güçsüz görünmemek için gayret sarf ediyorsanız mesela.
Orada zamanın durmasını istiyorsanız, başka hiç bir şey umurunuzda olmuyorsa
Gitmenin mi? kalmanın mı? zor olduğu ikilemini hala yaşıyorsanız
Söylenmemiş sözlerin çokluğu o an dikkatinizi çekiyorsa
Gözden kaybolduktan 5 dakika sonra bile aynı boşluğa bakıyorsanız umutla


Siz o mizansenin baş aktörüsünüz demektir...
Şimdilik Mutsuz devam eden bir film.
Ama asla unutmayın

Ayrılık kılavuzu kural #1 derki:

Bir ayrılık ne kadar acı oluyorsa, gelecek kavuşma o kadar güzel olacaktır...


................................................................................................................................................................................






Run Lola Run vs. Run Forrest Run








İki tane film tavsiye etmek istyorum sizlere. Ve bir iki kelam bazı özelliklerinden bahsetmek istiyorum.

Birisi 1994 yapımı Forrest Gump diğeri 1998 Alman yapımı Koş Lola Koş.
Forrest Gump filmindeki ana söylem ve eylemlerden biri ana karakter Forest'ın koşuşlarıydı.
Hatta "Run Forrest Run" (Koş Forrest Koş) filmi izleyenlerin aklında kalan ilk cümle olacaktır.
Zaten Koş Lola Koş filmi de isminden aşikar, bir genç kızımızın habire koşuş hikayesini anlatmaktadır.

Bu iki film arasında ne bağlantı buldun diyebilirsiniz.
Eee ikisi de koşuyor işte daha ne olsun :)

Aslında koşuş amaçlarına bakmak lazım birazcık. Lola erkek arkadaşını kurtarmak için koşuyor, Forrest ise çok sevdiği kızın kendisini terk etmesinin ardından, kafasını boşaltmak için koşuyor. Yani aslında tam bir tezat var ortada.

Bunun yanında, konu olarak çok uzak gibi görünseler de, bence temasal olarak bağlantıları var. İkisi de bir ucundan tutup, kader olgusunu ele alıyor. İki filmde bizim dışımızda gelişen olayların bizi nasıl etkileyebileceği, ve başka amaçlarla yaptığımız ufak şeylerin daha sonra kartopu gibi bizi bulup hayatımıza yön vereceğini anlatıyor.
Birini arkadan bıçakladığında, ucu er geç sana dokunacak bir döngü başlatmış olursun. diyor ya Oscar Wilde, tam olarak filim bunu işlemese de, bunun benzeri olaylara ve İlahi Adaletin varlığına selam çakıyor.

Bu kendimizi filme verdiğimiz ramazan günlerinde, bu filmler tiz buluna ve izlene efendim J










11 Ağustos 2011 Perşembe

Çizgi




Bir çizgi kadar kısa değil sevgim elbette
Ben olsam olsam sonsuza giden yarım doğrulardan her biri
yani ışın olurdum belki senden yansıyan ...
Ama bak bir ince sarı bir çizgi ayırdı bizi işte,
Hani şu kontrol noktasından önce
yolcular hariç geçmeyiniz yazan ...

Uçak



 
İTÜ kampüsünun önünden geçerken
Fakültenin yola bakan tarafına koyulan
eski bir uçak vardı bilmezsin

5 yaşında bir çocuktum
Oradan arabayla her geçişimizde cama yapışır
"uçak uçak" diye kıkırdaya kıkırdıya gülerdim ;
Nedeni neydi inan hatırlamıyorum.

Ve şimdi 25 yaşındayım
sadece senin benden öte
bir uçakla kaçıp gittiğini bilip
"uçak uçak" diye ağlıyorum
.

9 Ağustos 2011 Salı

Höst- Modernizim

+ Uyandım ben artık o Amerikan rüyasından...


Günaydın efendim kahvaltıda donut, pancake, mısır gevreği ve soğuk nescafe var

+ ya git başımdan, çay büsküt, müsküt bişey yok mu?


o zaman Liptonun yeni ürünü, armutlu çayı deneyin, ya da ayvalı?


+ Lan ...

Tanışalım mı?




+ Musiki sever misin?

- Hayır, sevmem pek.

+ Bende çok sevmem!

+ Facebook'un var mı acaba?

- Hayır yok maalesef

+ Kedin var mı? Sever misin?

- Ay  çok severimmm ...
 ama bakımı zor bu devirde daha kendimize bakamazken

+ Kalbin var mı peki, beni sever misin?

- Nasıl anlamadım?

+ Boş ver bende sevmem beni ...
Hem zaten kalp bu sonuçta bakımı zor bu devirde tabi  daha biz kendimize bakamazken.


....................................................................................................................................
http://www.youtube.com/watch?v=5iOrvktsLGk&feature=BFa&list=FLZ3X9IYlMQVs&index=13

Kız İsteme Destanı







Doğası gibi kendi de temiz
Bu devirde nerde böyle güzel kız
Dedim anne onu çok sevdim
Ee o kızı bana isteyelim
-dur oğlum damdan düşer gibi
her şeyin vardır bir örfü adeti
eğdim boynumu sonumu bekledim.
Babamda he deyince oh dedim.


Haber saldık hemen onlara
Vardık bir akşam bir kasabaya
Yaklaştıkça kalbim hızlı çarptı
Müstakbel kayınço kapıtı açtı
-oğlum ne yapıyorsun dedim birden; daha haberin yok kızın gönlünden
bir iki kez gülümsemişti ya
Zaten beni tanırdı evvelinden


Neyse oturduk havadan sudan sohbet
Sadede geleceğiz biraz daha sabret
Kahveler geldi niyet belli
Şöyle ufaktan söze girildi
Allah’ın emri peygamberin kavli.
Dedim tamam bu iş bitti

Kanma hemen öyle her şey yeni başladı
O an işin sonu pek ışık görünmedi
Ailesi de bir şey belli etmedi.

Mutluluk mu sonu yas mı?
-düşünelim biraz hadi hayırlısı
deyip kapadılar kapıyı…


Damadın Akıbeti ilerleyen bölümlerde efenim J

Basit Şiirseme


Bir gül kalır sende,bir de kalp gerisi geçici
Gece uyuyunca duydum o güzel  sesini
Sabah uyandım bir şiir yazdım
Gönderemedim sana kalbim kelepçeli

Meğer kalbim boşmuş seni görünce anladım
Güzelliğine değil ,sesine aldandım
Masum bakışlar birde o sıcak gülüş
Sen yoktun dalgalar arasında çırpındım

Yüksek bir tepe ucunda hedef
Vardır elbet birileri seninle gülecek
Ben usulca geldim şimdi kapı açık
Olmadım ya bir gölgeydim akşam olunca gidecek

Geçecek elbet bu da gidecek başımdan bilirim
Zaten seni göremem bunlar son sözlerim
Bir kitapta okumuştum sana da diyeyim
Şair şiir yazdığı gün gidermiş güzelim

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Kitabın Dilemması






Murat Menteş abımız, kitabın gerekliliğini uzun uzun anlatmış, yukarıda paylaştığım videoda.

Benimse aklıma takılan başka bir husus var, o da kitap okumanın pratik alana nasıl dönüştürüleceği.

Mesela biz kitabı kendimiz için mi okuruz? Ki eğer öyleyse bundan ne umarız mesela…

Şuraya varmak istiyorum ki, kütüphanelerce kitap okumuş bir insan, bunu gösteremiyorsa, yansıtamıyorsa yine de kitap okumuş sayılır mı gerçek anlamda?

Sakarya Fırat dizisinde bir âlim dede vardı. Bir gün Fransa’ da öğrenim görmüş sonra gelip işlerin başına geçmiş yakışıklı ve bir o kadarda burnu kalkık bir gençle aralarına şöyle bir diyalog geçmişti.(genç dizinin kötü karakteri)

Konu tam olarak nerden başladı bilmiyorum. Dede gence kaç kitap okuduğunu sordu şimdiye kadar, o da kasıla kasıla 4.000 kitap dedi. Sonra o genç  dedeye sordu, sen kaç kitap okudun peki diye?
Sıtkı dede: 4 kitap okudum dedi…
 Ve bunları da saydı:
1)    Muhammedciye
2)   Kara Davut
3)   Mızraklı İlmihal
4)   Envar’ül Aşıkin

Oradaki genç karakter tabii ki bunu alaya aldı asıl konuyu ıskaladı. Benim okuduğum 4 kitap, senin okuduğun 4 bin kitaba bedel demek istemişti dede. Sen okudun da ne oldu, insanlara zulmediyorsun, okuduklarınla mı amel ediyorsun sanki ve bir kanadı kırık kuş gibi hep aynı yöne giden kitaplar okuyorsun. Oysa Benim okuduklarım hem dünyalık, hem ahretlik demek istemişti.

Son zamanlarda çok okumanın değil, az ve öz okumanın gerekliliğine inanmaya başladım bende. Hatta okumak fiilinin geniş anlamlarını daha çok düşünmeye başladım.
Okumak fiili Türkçede de geniş anlamlarda kullanılabilir. Analiz etmek gibi, anlamlandırmak gibi. Örnekse: Hayatı okumak, ya da bakışlarını okumak…

Okumanın bu yanını da önem verilmesini istiyorum ben. Bir insanı okuyabilen insan, binlerce kitap okumuş insandan daha değerlidir benim için.

Şunu diyebilirsiniz hemen O kadar çok kitap okumadan nasıl insan okunabilir diye. Okunur efendim gayet güzel okunur, bakın sizi çok çarpıcı bir örnekle baş başa bırakacağım. Çağın önemli filozoflarından Althusser ne diyor kulak verelim. Kendisinin Kapitali Okumak adlı bir kitabı olduğunu da hatırlatmak isterim :

Metinlere dayalı felsefi kültürüm pek tabii sayılırdı. Desacrtes'ı, Malebranch'ı biraz da Spinoza'yı biliyordum; Aristo ve Sofistleri ve Stoacıları h,ç,Platon'u ve Pascalı oldukça iyi
 Kant'ı hemen hemen hiç bilmezdim, Hegel'i biraz tanıyordum, Marks’ın bazı yerlerini de dikkatlice okumuştum gayet safça çakal diye not almıştım
Ancak kendime özgü başka bir yeteneğim de yok değildi. Basit bir formülden yola çıkarak, hiç okumadığım bir yazarın ya da kitabın bütün düşüncesini değilse de genel eğilimini ve doğrultusunu yakalayabileceğimi
Hissediyordum. Kuşkusuz bir yazarın düşüncesini karşı çıktığı başka yazarlardan yola çıkarak kafamda kurmamı sağlayacak belli bir seziş gücüm özellikle yakınlık kurma, yani kuramsal karşıtlık yeteneğim vardı.


Azı çoğa dönüştürebilmek, okuduklarımızın zihin içinde bir yol izlemesini sağlamak daha önemli bence. Eğer zihnimize giren şeyler, bir süzgeçten geçmiyorsa, yada bir süzgeç oluşturmaya yaramıyorsa sayfalarca kitap da okusak boş. İncir çekirdeğine bir faydamız olsun istiyorum ben sadece, hiçbir şey yapamıyor üretemiyorsak, kendimizi dönüştürelim ki bu çok önemli bir adımdır, hatta en önemlisidir.

Şimdilerde ben çok okuyorum abi diyenlere soruyorum sadece : Eee sonra?


ilgili sahne :
http://www.youtube.com/watch?v=EID4zE-KC-A&feature=related#t=9m05s
http://www.youtube.com/watch?v=PGBbdpOG9S4&feature=related



7 Ağustos 2011 Pazar



he unutmadan
ormanın kralı aslan değil fildir
ama boşver modern dünya
biraz imaj her zaman iyidir ...

5 Ağustos 2011 Cuma

13 sayısı



Mış gibi yaşıyoruz diyor Üstün Dökmen ...
Birbirimizi kısa yoldan kandırıveriyoruz.

Şok fiyatlar diyoruz, 3.99 Liraya ürünler satıyrouz.

En güzeli de otellerdeki ve uçaklardaki 13 sayısının olmaması.

12-14-15 diye gidiyor sayılar. Bunu görünce rahatlıyoruz, ama 13 sayısını oradan çıkarmak demek
13. sıranın ortadan kalktığına delalet etmiyor sonuçta.
Pratik olarak birden saymaya başlarsanız yine orada 13 sayısının olduğunu göreceksiniz
ama istenen sadece görmezden gelmeniz, göz görmeyince gönül katlanıyor galiba

Hiç böyle düşünmüş müydünüz ?

4 Ağustos 2011 Perşembe

Öğretmen psikolojisi ve Öğretmen Kime denir



Çok acayip milletiz vesselam, başımızda o kadar gaile,dert,tasa,düşünmemiz gereken o kadar çok şey var ki, hepimiz ufak birer ruh hastası aynı zamanda değme psikologlara taş çıkartacak kadar ruh doktoruyuz.

Nerden çıktı şimdi bu diyeceksiniz? Hemen açıklayayım efendim.

Öğretmenlik çok acayip bir meslek, acayipliği şuradan geliyor ki, cumhurbaşkanı da olsan, askerde olsan, esnaf da olsan bir öğretmenin tornasından geçersin, yani tüm mesleklerin anasıdır öğretmenlik.

Haliyle her sene devletimiz belli bir sayıda öğretmen atamaktadır, ama nüfus malum olduğu için açığımız bir hayli fazla ve devlet bunu tek kalemde kapatamıyor veya kapatmıyor orasını bilemem. Benim gelmek istediğim nokta 200.000 binden fazla öğretmen adayı var, bunlar her sene Kpss denen o acayip sınava girip, atama ümidiyle bekleşip duruyorlar, hayatlarını buna göre kuruyorlar, kimisi 1 senede atanıyor, kimisi senelerce bekliyor ve her sene yeni bir acayiplik karşılarına çıkıp duruyor. Onların bu ruh hallerini anlamak lazım.

Öğretmen adaylarının toplandığı bir forum var, oradaki başlıkları okursanız, aslında 200.000 işsiz öğretmen yerine, 200.000 ruh sağlığı bozulma eğiliminde olan öğretmen olduğunu göreceksiniz. Atanın büstüne sarılıp ağlayan mı dersiniz, muska yaptırıp atanmak niyetinde olan mı dersiniz, milletin moralini bozmak için komplo teorileri yazan mı dersiniz, ne ararsanız var. Hani okusanız diyebilirsiniz ki, biz çocuklarımızı bu ruh halindeki, patlamaya hazır bomba şeklindeki öğretmenlere mi emanet edeceğiz.

Hiç korkmayın efendim, tehlike yok. Yaptığım araştırmalar sonunda, her ne kadar bu sıkıntılı süreci yaşamış olursa olsun, atandığı yani hedefine ulaştıkları zaman öğretmen adaylarımız psikolojilerinin 90 derece dönerek düzeldiğini fark ettim.

Sizde deneyebilirsiniz, forumda başlık açıp Atanmış öğretmenler buraya derseniz, çok mantıklı saygılı konuşmalar, atanmamış öğretmenler buraya derseniz seviyesiz, terbiyesiz konuşmalar göreceksiniz. Artvinli Filozof arkadaşım Salih bunu Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramıyla açıkladı. Yani atanıp temel güven seviyesini geçen öğretmenlerimiz, artık sorumluluklarının farkına varıyorlar ve atanamamış öğretmenlere rehberlik bile yapmaya başlıyorlar, sanki aynı durumda 1 sene önce kendileri yokmuşçasına.

 Bence bu çok mucizevî ve güzel bir şey. Henüz bir tane öğretmende çıkıp, ya atanamadım ben 5 sene, bak şimdi atandım, dur bi cinnet geçireyim de şu okulu basayım demedi, ne yaptı uslu uslu dersine girdi, öğrencilerine güzel örnek olmaya devam etti. Bence gerçekten çok acayip özellikleri olan milletiz, bir çok şeye çok rahat katlanabiliyoruz, çok kolay unutabiliyoruz, bu hem iyi hem de kötü bir özellik, nerden baktığınıza göre değişir.
Ama sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, ne kadar sıkıntı olursa olsun, herkes sorumluluğunun farkında ve Gelecek nesiller güvende rahat olsun, Eti sizin, kemiği öğretmenlerimizin, tabi atanabilirlerse...

Bonus:

 Bu yazıya birde bonus eklemek istedim, bu konuda Kime öğretmen denir? Sorusu üzerine olacak. Hala bir muallak durum var, öğretmen öğretmenlik mezunu insan mıdır? Yoksa atanıp devlet de işe başlamış bir insan mıdır? 

Yani bizdeki genel kanı, öğretmenlik mezunlarının tam olarak öğretmen olmadıkları üzerine. Onlara öğretmen demek istemiyoruz. O zaman bir sorun ortaya çıkıyor, atanamamış öğretmenlere ne diyelim, direk işsiz deyip işin içinden çıkalım mı? Ben bilmem dostlar sadece bu ikilemi ortaya koymak istedim. Düşünüp çözmek size kalmış. Askere gitmeyip, sünnet olmayınca erkeklerin tam olarak adam sayılmadığı ülkemde, bu tip ikilemler doğal, rahat olalım. Erman hoca "penaltı penaltı gibi olmalıdır" deyip yeni bir bakış açısı getirmişti olaya. Bizde diyelim ki Öğretmen Öğretmen gibi olmalıdır, o kadar bitti, nokta.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Sarsan Ramazan



Ramazan ayı geldi hoşgeldi, peki ya nasıl geldi?

 Hemen söyeleyim onlarca televizyon reklamı ile geldi, onlarca sahur iftar programıyla geldi, haberlerde yer verilen toplu iftar sofraları ve türbelere yüz süren insanlarla geldi, herkes istediği yerden yakaladı Ramazan ayını, ona kendilerince şekil vermeye çalışıp duruyorlar.

Hatta bir sohbet programında, orucun önemi bahsedilirken, aslında Roma'ya kadar dayandığı, Antik yunanda da olduğu, Kuran'ın zaten eski kültürleri kendi harfleriyle yorumladığı falan konuşuluyordu. Onlarda tutmuşlar olayın bir tarafından.
Bunun üstüne bir yerde şöyle bir tez savunulmaya çalışıyordu, Muhammed(pbuh) zamanında ramazan hiç yaz ayına gelmemiş, gelseymiş bi güzellik düşünülürmüş, iptal olabilirmiş falan filan ...

Her yıl ramazan ayı içinde,ramazan üzerinden prim yapılıyor. Ve çok ilginç bir şekilde, yemekten fergat edilen ayda, yemek yemek özendirliyor ve gariptir ki, insanlar daha fazla yiyip daha fazla israf ediyorlar.

Toplumu en iyi okuyan kapitalistlerdir demişti bir hocam, bu sayede herşeyi çok kolay kontrol altına alabiliyolar, Coca Cola'nın reklamları nedense hep en güzel, en neşeli, en içten ramazan temalarını yansıtan reklamlar oluyor. Ve normalde Kola ile arası hoş olmayan insanlarda bilinçaltında kola içmeye teşvik ediliyor. Bu sadece bir örnek, bunun yanında bir sürü şey sayılabilir.

Birde şu iftar programları sinirimi bozuyor nedense. Ünlü konukları oraya dini bilgisi fazla olan sunucunun dediklerine onay vermesi için, barış kardeşlik mesajları vermesi için oturtuyorlar, o da el pençe divan durup, bilinçaltımza işleyerek prim yapıyor.

Bugün çok şaşırdığm bişey oldu, Yazar Murat Menteş bu klişenin dışına çıktı, ordaki kelli felli iki tane din hocasına rağmen, görüşlerini açıkça korkmadan dile getirdi. Defalarca sözü kesildi, yola gelmesi için hadisler, ayetler sunuldu ona vesaire, ama o bildiğini söyledi ve iftar programları tarihine altın harflerle geçti bence. Bu programlarda o kadar aynı şeyler duyuyoruz ki, aynı tornadan çıkmış konuşmalar mesajlar ...

Korkum şu ki, ramazan ayı sevgililer günü, anneler günü gibi bir formata dökülmeye çalışılıyor. Belli başlı ritüelleri olan, öyle senede bir gelen, sonra öylece çekip giden, geçince herşey normala dönen garip bişey işte.
Korkarım televizyonda ramazan programı yapanlarda buna alet oluyor. Yani ramazan da bir süre sonra yaşlıların adeti olup çıkacak, biraz daha gençlerin diliyle konuşabilecek, onların kafasına takılanlarla ilgilenecek bir şeyler yapılsa, hep aynı sözler kullanılmasa artık, aman 28 gün kaldı geçip gitcek nasılsa, sıkalım dişimizi demek yerine, hazır bu kadar herkese ulaşma imkanı bulunmuşken, insanlara beyin jimnastiği yaptıracak sözler söylense.

Bir şey slogan haline geldiyse, onun üzerine düşünülmüyor demektir, ramazan için papağan gibi söylenen bir çok hadis (haşa) bu yönde ilerliyor. Hani dinlemeden ben size sayabilirim, Ramazan için saklı tutulan sözleri.

Ramazan üzerine hazır gün içinde abur cubur atıştırmaya vakit yokken düşünsek iyi olacak ...

http://www.youtube.com/watch?v=Ak3AJ15ueXM&feature=youtu.be