24 Temmuz 2011 Pazar

Sevgili Olmak Üzerine



Karşılıklı iki tasma takıp birbirimize
Çekiştirip duruyoruz.
Çekiştirme bitip yanak yanağa kadar yaklaşınca
Bunu aşk sanıyoruz,
Ve o an tasmaların farkına varıp kaçmaya çalışıyoruz.

Bir sohbet esnasında Artvinli filozof arkadaşım Salih’in söylediği yukarıdaki sözü çıkış noktası yaparak ilişkiler hakkında bir iki kelam etmek istiyorum burada. İlişki algımızda bazı yanlışlar olduğunu düşünüyorum özetle…

Bana öyle geliyor ki bizde var olan genel yanlış, karşımızdakini yaşamak yerine, o ilişki dediğimiz sınırları daha önceden konulmuş kalıbı yaşamak. Sonra bir de bunu sürdürebilme derecesiyle övünüyoruz, yok benim ilişkim 2 sene sürdü hayır benimki 3 sene sürdü filan diye…

Ama “ilişkinin uzunluğu kalitesiyle alakalı bir ölçüt” bile değildir. “İlişkim uzun sürdü” cümlesi bizatihi özne olarak karşımızdakini değil ilişkiyi gördüğümüzü gösterir, bu da az önce bahsettiğim kalıbın tam olarak içine düşülmüş olduğunun göstergesidir.

Bu kalıp, adına ilişki dediğimiz, olması gerekenleri belirlenmiş, belli konuşma dakikaları, belli sms kalıplarına sıkıştırılmış, görev olarak yapılmaya başlanmış işler ve klişe olarak söylenegelmiş sözlerdir.

Nedense iki insan sevgili olana kadar başka, daha eğlenceli, daha rahat konuşabilirken, ilişki başladığı anda bir şeyler oluyor. Bedensel olarak yakınlaşma başladığında ruhsal olarak neden birbirimizden uzaklaşıyoruz hiç düşündünüz mü? Sevgili olmak neden omzumuza bir yük yüklüyor, oysa bizi daha da rahatlatması gerekmez mi? Sevgili olmadan önceki o samimi, dostane sohbetler, sevgili olunca nereye kayboluyor?

Şimdi meselenin tam olarak adını koyalım, o da şudur ki, biz sevdiğimizi o insan olduğu için severiz, yoksa istediğimiz insan olma ihtimalini falan değil. A kişisi B kişisine benzemeden de özeldir ve pek ala B kişisini tamamlıyor olabilir. Ama biz genelde, karşımızdaki insanı değiştirmeye ve istediğimiz kalıplara sokmaya çalışıp duruyoruz. Zaten o kalıba girince de bi esprisi kalmıyor ve sıkılıp bırakıyoruz.

Sadık Yalsızuçanlar bir sohbetinde:
“Türk erkeği Züleyha gibi güzel bir kadın ister, sonra onu Meryem gibi sadık hale getirmeye çalışır başına vura vura, sonra yeni halinden tekrar sıkılır ve yeni Züleyhalar aramaya başlar ” demişti.

 İşte tam olarak bundan bahsediyorum. Sen zaten o kişiyi öyle sevmişsin, neden kendi kedine o büyüyü bozmaya çalışıyorsun ki. Sonuçta karşındaki şahıs senin aidiyetin değil, eğer bunu böyle görürsen aynı hakkı karşısındakine de tanımak gerekir. Bu durumda onu bir meta yani mal haline getiririz. Bu da görüldüğü üzere “mal” ca bir tutumdur.


İlişkide iki ayrı birey vardır, bunu unutmayalım, bunlar ortak bir amaç için bir araya gelirler ama kişiliklerini arkada bir yerde bırakmazlar. Ben senin huyuna gideyim, sen benim huyuma git muhabbeti bir gün bozulacaktır.
Yaptığınızı bir başkasının bunu sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun bunları sizden beklemesi de, sizin bunları beklediğinizi, umduğunuzu sanmasından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir. O zaman ortaya gerçekten budalaca bir durum çıkar. ”

Peki, ne zaman farkına varılır ve maskeler düşer?
           
Romancı Serdar Özkan demişti ki : “Bir karakterin gerçek tepkilerini öğrenmek istersen ona baskı uygula, yani zor şartlar artında bırak. Bak o zaman gerçekte yani özünde neler olduğu ortaya çıkar”. Basite indirgeyelim bu söylemi :

Şu meşhur hikâye vardır ya: İki köpek varmış, çok iyi anlaşıyorlarmış. Bir adam bu köpekleri görmüş vay be demiş, insanlar da böyle olsa keşke...  Sonra bu adamın temennisini duyan başka bir adam ortaya bir parça et atmış ve az önce dost olan iki köpek birbirini yemeye, saldırmaya başlamış. Bak demiş onların dostlukları da buraya kadarmış.  Serdar Özkan’ın sözünü hatırlarsak, bu hikâyecikteki baskı unsuru “et” dir.

 Bu, normal sevgili ilişkilerinde ise karşımıza çıkan engeller, kıskançlıklar, kötü günler veya karşımızdakinin istemeden yaptığı hatalar olabilir. Şunu anlamamız gerekir ki dört dörtlük yolunda giden bir şey olması, teoride de pratikte de mümkün değildir. Bu ancak Tanrısal bir düzene işaret eder. Konumuza dönersek, yaşadığımız olumsuzluklar gerçek yüzlerin ortaya çıkmasını sağlar, bir anda maskeler düşüverir. Karakteri çok otoriter olan bir kadının, bu durumu ilişkisinde gizleyerek erkeğin her dediğine eyvallah deyip, bu duygusunu bastırması, ama bir gün, bu gerçek kişiliğini ortaya çıkardığında kavgaların başlaması gibi düşünebiliriz.  Belki istemeyerek, o ilişki kalıbı içinde bir tarafın alttan alması gerektiği, bir tarafın kendi karakterini gizlemesi gerektiği öğretiliyor bize örtük olarak kim bilir.

Birde şuna değinmek isterim ki ilişkilerde çiftlerden biri diğerini taşımak zorunda değil, yan yana yürümeliler. Bu konuda da yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyorum. İlişkilerimizde bazen bir taraf, bazen diğer taraf ötekini manevi olarak sırtına almak zorundaymış gibi hissediyor.  Ona zor zamanlarda kollarından destek olmak yerine, onun ayakları olmaya çalışıyor ve bir süre sonra yorulunca mızmızlanıp, içten içe o insandan soğuyor. Sanırsam şunu yapabiliriz, sevgilimiz bizsiz de yaşayabilsin ama bizimle daha bir güzel yaşasın. Yana yana yürüyebilmeliyiz.
           
Bir Kızılderili atasözü der ki : “Önümden yürüme takip etmeyebilirim, arkamdan gelme doğru yere götüremeyebilirim, o yüzden yanımdan yürü beraberce bulalım doğru yolu.”

Yan yana yürürken, iki kafa olarak düşünürken, zorlukları bile daha çabuk aşıp, bize zarar verebilecek tehlikelere karşı daha rahat önlem alabiliriz. Ama nedenini anlamadığım bir şekilde, bir içe içe geçme, her şeyiyle beraber olma durumu yaratılır ilişkilerimizde. Tüm özel hayat paylaşılır mesela karşısındakiyle. Ortak facebook hesapları, ortak mailler açılır, rahatça karşısındakinin telefonu kurcalanır, “ay bizim ayrımız gayrımız mı var” denip bir de bu yapılan meziyet sayılır. İnsanlar nedense birlikte olmayı, kendi karakterlerini silip, ortak bir karakter oluşturma gibi algılarlar. Facebook hesabı da öyle değil mi, sonra ilişki bitince düşün dur, hâkim ortak açılan hesapların velayetini kime verecek diye J

Şaka bir yana, bu iç içe geçme durumu abartılır, karşındaki gibi düşünmeye başlarsın ve ortaya çıkan en ufak problemler bile çözülemez hale gelir. Ortak akıl değil, yaratıcı akıla ihtiyaç vardır oysa. Einstein der ki : “Bir problem onun ortaya çıkaran akıl düzeyinde kalınarak asla çözülemez.” Yani çok içe içe olmuş, kendini kilitlemiş insanlar da sorunlar karşısında aciz kalabilir. Hadi onu geçtim, ortak hayatların olmadığı yerde pek tabi ki bir süre sonra sıkılmalar, söylenmeler, pişmanlıklar başlar. Artık karşısındakinden başka bir hayatın olmadığını kabullendiğin için, tüm bilinmeyenler ortadan kalkar ve ne acıdır ki, bilinmeyeler ortadan kalkarsa ilişki de bitme sürecine girer.

Bu konuya bir kez daha vurgu yapmak istiyorum. Bir ilişkide bilinmeyenler bittiyse, karşındaki insanda çözecek hiçbir şey kalmadıysa ve artık her adımını tahmin edebiliyorsan o ilişki ölü bir evreye girmiş demektir. Yukarıdaki resimde gördüğünüz gibi, kafamızda soru işaretleridir bizi birbirimize bağlayan. Bunları yavaş yavaş çözmek, tek tek her gün yeni bir özelliğini tanımak ilişkiyi dinamik tutan şeydir. Hani derler ya her gün yeniden âşık oluyorum, her şeyini bilirsen her gün yeniden âşık falan olamazsın kusura bakma. Bu yüzden yukarıda bahsettiğim gibi, iki insan kendine has özelliklerini korumalı ve sevdiği şeyleri yaparken  : “aaa acaba o ne düşünür” diye sormamalıdır.
           
Bunları söyledikten sonra neden ayrı ayrı hayatların bizde pek hoş karşılanmadığını sormak gerekir. Neden iki insanın da ayrı şeylerden mutlu olabileceği, başka yerlerde olmaktan da zevk alacağı gerçeği göz ardı edilir. Bunun tek sebebi vardır. Hayır, bilemediniz onu çok sevip, hiç ayrılamayacak olmanız değil, bunun en büyük sebebi: Kıskançlıktır…
           
Burada kıskanma duygusunu yerden yere vuracak değilim merak etmeyin. Kıskanma duygusu Neşet Ertaş ustanın “Kıskanırım” türküsündeki anlam yakalandığı takdirde kutsaldır. Hatta Cem Yılmaz’ın Arog filminde en sevdiğim sahnelerden biridir. Kahramanımız Arif’in içine düştüğü taş devrinde kabile reisinin kızına “Taş” yakıştırması yaptıktan sonra, babanın kızarak : “Hop hop ne oluyor” demesi ve Arif’in bunun üzerine sevinerek : “Güzel, ahlaki sistem oturmuş, kıskanma var… Çok iyi bir şey bu …”  demesiJ


           
Yani kıskanma kötü bir şey değildir ama kıskanma bir süre sonra diğer duyguların önüne geçip, kendini gerçek aşk gibi göstermeye başlar ki sorun tam da orada başlar işte.
           
Maya Angelou şöyle der : “Kıskançlık bir ilişkide yemeğe katılan tuz gibidir. Kararınca olursa lezzet katar, ama fazlası tüm lezzeti bozduğu gibi, bazı durumlar altında öldürücü bile olabilir”
           
Kıskanmanın fazlası direkt olarak güven problemine tekabül eder. Ama bu güvensizlik karşınızdakine değil, esasında kendinize duyduğunuz güvensizliktir… “Kıskançlıkta karşınızdakine duyduğunuz aşktan daha fazlası kendinize duyduğunuzdur.” diye bir söz vardı tam olarak olay budur. Kıskançlıklarımızın kaçı gerçekten onu korumak amaçlı, kaçı kendi kendimizi rahatlatmak amaçlı hiç düşündünüz mü?
           
Metin Boşnak hocam bir yazısında kıskançlığın çocukça olduğunu hatta kolaya kaçmak olduğunu ve bir sevgiye işaret edemeyeciğini yazmıştı

“Bu tavrı oyuncağı elinden alınan çocukta da görmek mümkündür; sevgilisini aradaki problemlerden değil, üçüncü şahıslar cihetinde kaybetme korkusu yaşayanlarda da.  O noktada asıl olan “kaybetmekten gelen sancı değil,  “onu başkasına kaptırma” duygusudur. Sonuçta, sevgi ve beğeni alanından çok bir sevilmeme, beğenilmeme hissi ve iktidar kaybı hissidir. İkisi arasında da çok fark vardır.  Rekabetle gelen öfke çoktan sevginin huzurundan uzaklaşmış, öfkenin ateşine ve hatta şehvetine kaptırmıştır kendini”
           
Mesela farklı bir bakış açısından olaya yaklaşırsak. Etrafta kıskandığınız unsurları bir bir yok etmeye çalışmak yerine, kendimizi karşımızdaki insan için vazgeçilmez yapmaya çalışsaydık böyle bir problemde kalmazdı, kim bilir? Belki de onun gerçek değerini o kadar ufak tefek şeylerle yargılamamamız gerekir, bu hem kendimize dert hem de ona. Belki kör olan aşkın gözü değildir, kıskançlığın gözüdür.
           
Bu işlerin Doğrusu nedir, ne yapmalı ben bilmem. Her ilişki kendisine özeldir, beklentiler bile farklı farklı olabilir. Benim sende bulduğumla, senin bende bulduğun aynı olmayabilir en nihayetinde. Sadece en çok üzerine konuşulan ama bir o kadar da az düşünülen konu üzerinde beyin jimnastiği yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum.
           
Baştaki söze dönersek, mühim olan karşımızdakini bir tasmayla bağlamak değil, bir gönül bağıyla bağlamak.Bu yolda hatalar sendelemeler olsa bile… Asıl öznemizin karşımızdaki biricik sevdiğimiz olduğunu unutmamak gerekir. Sınavda nasıl yığılmadan uzaklaştıkça standart sapmadan daha fazla puan geliyorsa bizim de ne kadar ortalama kalıplardan kaçarsak o kadar rahat edeceğimizi düşünüyor ve durumu özetleyen bir şiirimle yazıyı bitiriyorum.

Sana aşkımı anlatan bir yazı yazmak istedim bugün
Önsöz, giriş gelişme sonuç kısmı…
Hani şu kompozisyon dersinde öğretilenlerden
Sonra kâğıdı kalemi aldım, sadece adını yazıp bıraktım
Modernitenin dayattığı onca sahte söz, onca ıvır zıvır
...Boş ver…
Sadece adın,
Bence ‘risk budur’
 

p.s :
1.Jealousy in romance is like salt in food.  A little can enhance the savor, but too much can spoil the pleasure and, under certain circumstances, can be life-threatening.  ~Maya Angelou
2.In jealousy there is more self-love than love.  ~François, Duc de La Rochefoucauld, Maxims, 1665
3. No problem can be solved from the same level of consciousness that created it.  A. Einstein