29 Nisan 2012 Pazar

Dama atılmış pabuçlar ve yalnızlık

      Bir filmde görmüştüm. Esas kız sokakta orda burada karşılaştığı toza çamura bulanmış, yan yatmış ya da ters dönmüş, teki kayıp ayakkabıları fotoğraflıyor ve onlardan bir fotoğraf albümü oluşturuyordu. Farklı statü, yaş ve cinsiyetteki insanlara ait çeşit çeşit, eşi kayıp ayakkabı ve bunların kızın derin yalnızlık ve çaresizliğini sembolize edişi… Düşünüyorum da; yalnızlık ve melankoli dışında hiçbir şeyin insanın dikkatini bu tür ince detaylara çevirmesini ve kendisini bir kayıp ayakkabıyla! özdeşleştirmesini sağlayacak güce sahip olduğunu sanmıyorum.
Bunu anlatmak zor… ; yalnızlığın nasıl da ilham verici bir güç olduğunu… Her ne kadar şu an benim için yalnızlık, efsanevi rock müzisyenlerinin hayat hikayelerini okuyup okuyup, onlara, şirkli ömür ve melankolilerine aşık olmak; sefalet içinde kıvranan ilkokul ve esrar çekip satışını yapan lise öğrencilerimin durumlarını kendime, kalemime işkence diye belletmek veyahut romantik filmler izleyip sonunda gözyaşlarına boğulduğum histerik kahkahalar atmak demek olsa da biliyorum ki yalnızlığın bir insana olumlu anlamda yaptırabilecekleri de küçümsenemeyecek düzeyde. İlk aklıma gelen ve aslında bu yazıda bahsetmek istediğim, yalnızlığın kimilerine; anneliğin bir kadına kazandırabileceğinden çok daha yoğun bir hassasiyet ve duygusallık kazandırma gücü. Bunu nerden biliyorum dimi? Elbette ki bilmiyorum; fakat milyarlarca anneyi haizken sevgili dünyamız neden hala, düştüğü bok çukurundan başını bile kaldıramıyor o halde? Ayrıca okulumda 5 yıldır anne olan 3 öğretmeni 3 aydır tanıma imkanına sahibim; hiç olmazsa onlar bu tezimi çürütebilirlerdi. Ben tam aksine, daha insan gibi insan olma güdüsünü tetikleyen gücün ‘yalnızlık’ olduğu ve örneğin Afrika gibi sefaletin kol gezdiği bölgelere gönüllü olarak çalışmaya gidenlerin çoğunluğunun artlarında bıraktıkları evlerinde onları bekleyenlerinin olmadığı tayfadan olduğunu düşünüyorum.
Bazen kendime insanların bana neden bu kadar çabuk açılıp sırlarını döktüklerini sorduğumda aldığım cevap ‘Yalnız olduğun için’dir olur; ‘Yalnız olmanın seni başkalarının dertlerine, ıstıraplarına daha duyarlı kıldığını onlara açık verdiğin için…’ Şöyle düşünüyorum: Eşleri, sevgilileri ya da çocukları olan insanlar kendilerine her anlamda (özellikle tefekkür anlamında) ayırdıkları zamanı ikiye-üçe-dörde vs. bölmek zorunda kalır ki bu çoğu şeye takat bırakmayan bir şeydir. Bir de çocukları olanlar fazla korumacıdırlar. Nişanlı evli olup da henüz çocuğu olmayanlar ise korumacı kişilikler olmaya adaydırlar; nasılsa çocukları olacaktır. O nedenle kimi acı gerçekleri duymak dahi istemez, duysa da ilerde çocuğunun da aynı kirli dünyada yaşayacağı düşüncesine bile katlanmak hiç kolay olmadığından bu gerçekleri göz ardı ederler. ‘Kalabalık insan’lardır bunlar. Fakat yalnız olan insanın tefekkür etmeye de, ‘kalabalık bir insan’ nın önemsiz gördüğü detaylara, gözünü kapattığı uç gerçeklere de kafa yormaya da fazlaca vakti olur. Çünkü düşünmeleri, ilgilenmeleri ve sorumluklarını paylaşmaları gereken ikinci bir şahısları daha -ne yapsınlar ki- yoktur. Her yalnız insan için bu tür genellemeler yapmak doğru olmuyor elbette; en azından benim için bu böyle diyelim...
Yıllarca yalnız olduğumu saklama gereği duymadım. Ergenlik yaşlarından bulunduğum yaşa kadar bir erkek arkadaşımın olmadığını öğrenenlerin şaşkın ve inanmaz surat ifadelerini izleyip izleyip (özellikle daha bilinçli olduğum 20li yaşlarımdan itibaren) içimden bu insanların modern kafa yapılarıyla eğlenmek hoşuma gittiği için bunu gizleme gereği duymuyordum. Bir diğer nedeni de  “Yaşıtların evlenip çoluk çocuk sahibi bile oldu; senin yaşın da çoktan geldi. Yalnızlık Allah’a mahsus kızım, oğlum! ” diye direten ortak toplum diline –ki koparasım var o dili- kanan, tüm derdi tasası yalnızlaşma illetinden güvende olmak olduğu için beraberlik yaşayan (daha da kötüsü evlilik yapan) zavallı gençliğin kapıldığı akıma inat gitmekten gurur duyduğumu hem kendime hem de etrafıma ilan etmek içindi. Ne yapayım çoktandır önyargılı bir biçimde insanların yüzde sekseninden fazlasını, aşkın değil yalnızlıktan emin olduğunu bilme hissinin bir arada tuttuğuna dair bir inanca sahibim ve bunu aşamıyorum. Hem kim eski zamanlarda istisna olan zehirli ilişkilerin çağımızda damlaya damlaya kaide gölünü kirletmediğine şahit olmadığını söyleyebilir ki?  Merak etmeyin; dolgun bir maaş, ev ve araba üç bilinmeyenli denklemini çözmeyi yalnızlık labirentinden kurtulmanın en kestirme yolu belleyip münasip talip havalarında ortalıkta dolaşarak, yine ‘yalnızlıktan mülteci’ kızlara yem atma metoduyla anne baba eşleşmesini sağlamış tiplerin her yerde bulunduğu ve bunlardan birinin bir gün gelip de beni saklandığım yerde bulabileceği yönündeki sevgili paranoyam, onların kurdukları müşterek hayat müsveddesinden daha acınası değil. Dediğim gibi endişelenecek bir şey yok: Seyahat dergilerinden kesip topladığım şu yerlerin fotoğrafları… Bir kız kurusuna dönüşeceğim o günlerde alıp başımı kaçmayı planladığım yerler oluyor genelde.
Konumuza dönecek olursak… Ancak artık - yukarıda bahsettiğim yalnızlığımı göstere göstere yaşama lüksünün aksine-  yalnızlığım arttıkça canlılara yönelik doğru orantılı bir biçimde artan şefkatimi dizginlemenin; ya da daha doğru ifadeyle bunun ekran kontrastını düşürme vaktinin geldiğini sanıyorum: ‘Yalnız kal ama bunu belli etme… İnsanlara bu kadar aç, onların hayat hikayelerini dinleyip öğrenmeye bu kadar muhtaç olduğunu ve tüm sorunlarına çare olabileceğine dair aptal bir inanç taşıdığını en azından onlara hissettirme; hiçbir şey vaat etme…’
Kanımda dolaşan fazla doz merhametten övünüyormuşum gibi geliyor değil mi? Ancak gerçek bu değil. Ben yalnızca bu, daha çok acı veren ve hayatın zevklerinden mahrum eden durumun üstüme yapışmasının nedenlerinden hiç olmazsa birini sorgulama tasasındayım. Bu, bir vakit sonra önü alınamayacak hale geleceğine inandığım durumu dizginlenmenin vakti geldi diyorum, çünkü şahsıma ( bunu niçin ‘Şahsıma’ olduğunun nedenlerini yukarıda anlatabildim sanıyorum) anlatılması yoluyla öğrendiğim sır niteliğindeki gerçeklerin manevi yükü fazlasıyla ağır. Evet, esrar çeken ve satışını yapan öğrencilerimle iyi geçiniyorum. Sırlarını taşımamı istediler; ben de bu sırrı, bunları bana neden anlattıklarını sorgulaya sorgulaya; ve yalnızlığımın beraberinde getirdiği insan ve hikaye açlığımı onlara niçin cömertçe açık ettiğime lanet okuya okuya ( ailelerine ve okul yönetimine karşı ) taşımaya devam ediyorum (Bu noktada: esrar, attıkları her adıma gizliden gizliye hayranlık duyduğum müzisyenlerimin yaşamlarının bir parçası ve onların yaşamlarını okuyarak geçirdiğim günlerden sonra aralarında esrarın da bulunduğu pek çok günahı artık kanıksadım diye mi öğrencilerimi yadırgamıyor ve ele veremiyorum? Yoksa öğrencilerimin bu perişanlığının bana aşikar olmasının istenmesinin bir diğer nedeni fırsatım olsa kapılmaktan imtina etmeyeceğim hayata özenip, onu gizli bir arzuya arzu etmekten dolayı bir ceza mı?  Sorular, sorular…)
Bir nevi yalnızlığımın getirdiği duyarlılıkla, aileleri başta olmak üzere tüm toplum bireylerinin gözünde, eskiyip ilk alındıkları gündeki fiyakalı görünüşü taşımadıkları için kaybedilişlerinin ya da bir yerde unutulmuşluklarının bir anlam ifade etmediği ayakkabılardan farksız olan bu gençlerle özdeşleştiriyorum kendimi, çaresizliğimi, yalnızlığımı... ‘Kalabalık insan’ların fark etmediği önemsiz bir detayı fark ediyorum. Tıpkı o filmdeki esas kızın yaptığı gibi… Yıllarca, öğrencilerin yüzlerine dahi gülünmeyeceği, şayet gülünürse onlarla başa çıkılmayacağı ilkesini kendine prensip edinmiş kalabalık onlarca hocanın bu sefillikten habersiz geçmiş gitmiş olduğu bir kervan… Neden ben geçerken…? Dışarıya, yalnızlığının acısını başka insanların acı tatlı hikayelerini dinleyip, acı olanlarına çözümler üreteceğine dair üstü kapalı mesajlar vererek dindirebileceğini düşünen bir yolcu ve onun mesajını anlayıp ona çölde bir seraba koşar gibi koşan hancılar… İşte bu yüzden merhametli olmak hoş değil. İşte bu yüzden yalnız kalmak… ‘Yalnızlığın seni duyarlı yapar’. Ama o kadar… O kadar işte… Sonuç? Sonuç şudur: Kendisine koşulan, bir seraptır; seraptır sonuçta… Gerçek ihtiyaçları karşılayamaz; susuzluğunu gideremez ona koşanların. Yazının başından beri yalnızlığın insana kattığı erdemlerden gibi gösterip, kendimde de mevcut bulunduğunu savunduğum duyarlılık, merhamet, şefkat gibi duyguları hissetmekle, bunları Afrika’ya gidecek kadar hissetmek arasında fark olduğunu söylemedim hiç değil mi? Bana kalan mı?: Eskisinden daha koyu bir karanlık…
                                               By Bilgin

Başlıksız yayın

hangi devirde yaşıyoruz kardeşim!

.

bir zamanlar hamburg kıraathanesi diye bir mekanı övmüştüm ya. unutun gitsin, tuvalet kağıdı bembeyazdır yumşaktır güzeldir. Ama tuval değildirki üzerine resim yapasın