7 Nisan 2012 Cumartesi

masum değiliz, hiçbirimiz...

Saçlarıma dokunmasına müsaade ettiğim o ilk an içime içime ‘Olamaz, Olamaz! Elleri..!’ diye haykırıp durdum. Sesimi bir tek benim duyabiliyor; ona duyuramıyor olmamamın yaşattığı çaresizliği, özenle hazırlandığı her halinden belli, ve o ellerini saçlarıma atmadan hemen önce soluksuz izleyeceğimden son derece emin olduğum sunu boyunca hissettim; kolunu sırtımda, parmaklarını da saçlarımda hissettiğim tüm o süre boyunca…Tamam, elleri ürkekçe yalnızca saçlarımın ucunu (2 cm yukarısını değil..) okşama hakkını bulurken kendinde, bir  ara  dönüp, yüzüne sahte bir şefkatle gülümsemiş; üstüne üstlük dudaklarımdan: “ Saçlarımla oynanmasını severim.” cümlesinin çıkmasına mani olamamıştım. Fakat şimdi pişmandım; ellerini bir an önce çeksin artık istiyordum… Ama nafile! Bir yandan suratına gülümserken, bir yandan da gereksiz bir biçimde sarf ettiğim o teşvikkar sözden sonra tabii ki o da bu durumdan hoşnut olduğum sonucunu çıkaracak ve beni memnun etmek için şu tüylerimi diken diken eden hareketini sürdürecekti! “Ne Aptalım!”

Sonunda, içime içime yalvarmaktan ve nefretli ‘ben’le kavga etmekten sıkılmış, programın seyrini ise çoktan yitirmiştim. Sağım solum koluma geçmiş omuzlarla çevrili olduğu için kıpırdayamıyor, içerdeki oksijenin ölümünü ise çaresizce izlemekle yetiniyordum. Ortamı karartmak için içeriden pencerelerin önüne konulan kalın kalın kartonlar ve kapının ağzına dizilen oturma yerleri yüzünden oksijen kaynakları tıkanmış, bana da ‘Ya Sabır!’ çekmek düşmüştü. Kendimi  “Nasılsa elleri saçıma değdi, bırak nasıl istiyorsa öyle olsun” şeklinde düşünerek rahatlatma yoluna gittim. Ancak arkamda ayakta duran, ellerin sahibi biraz sonra parmaklarını nazikçe boynumdan yukarı çıkarıp saç derime değdirdiğinde iğretiyle ürpermiş; fikrimi değiştirip boynumu ‘Yeterli, tamam.’ anlamında rahatsızca oynatıp,  saçlarımı önüme almak için hafif bir hamlede bulunmaktan kendimi alamamıştım. Fakat o bunu hissetmemişti bile! Hemen ardından başımı, elimden geldiğince nazik olmaya çalışarak, çevirip neler olup bittiğini öğrenmek istercesine gözlerine baktığımdaysa karşılaştığım şey, sinevizyon perdesinin hemen yanındaki boş duvara dalmış bir çift yeşil gözdü. Ve de onlardan taşan ve yansıdığı duvarı bile delecek şiddette bir ‘Hüzün’… Hayır, hayır daha etkili bir şey görmüş olmalıyım ki, 20 dakikadır saçlarımda bir aşağı bir yukarı gezinmekte olan o, asırlardır yıkanmamış gibi duran ve bu yüzden de üzerinde oluşan kir tabakasının bir nasır görüntüsünü andırdığı elleri bile unutturmuştu bana. Hatta az önceki ‘saçlarım kirlenecek hatta bitlenecek(!)’ gibi bencil ve zavallıca korkularım için belli belirsiz bir utanç bile hissettirmişti. Evet, bu utanç kırıntısını ben hissetmiştim!  Sanki son 20 dakikadır programı dinlemeyi bırakıp; günlerdir daha çok ilahi bir varlığı inceler gibi her hareket, jest ve mimiğimi saygı, korku ve hayranlık karışımı duygularla incelemesinden ve her adımımı takip etmesinden müthiş rahatsızlık duyduğum o bir çift yeşil gözün nasıl olur da bugün yanıma yaklaşabilme cesareti bulabildiğini sorgulayıp durmakta olan ben değilmişim gibi!  Ne yazık ki az önceki de bendim. “Acaba istemeden fazla mı yüz verdim? Daha dikkatli olmalıyım; ya daha da fazlasına cüret ederse?”  sorularının kafasında fink attığı ben. Ellerinin pisliği yüzünden, Onun saçlarına dokunuşuna; onları, canını yakmaktan korkarcasına okşayışına kendini bırakmak yerine, her hücresinin tiksintiyle ürpermesini tercih eden bu öğretmen... Diğer yandan, o hüzünlü, mahzun, dalgın bakışlar kendime Onu ne kadar tanıdığım sorusunu da sormama sebep oldu. Bu da belli belirsizdi. “Onu tanıyor muyum? Okula niçin yüzü, elleri ve saçları kir; üstü başı perişan bir halde geliyor ki?” Yok, yok bunları merak etmiyordum, hem de hiç… “Dürüst ol Zehra! Seni zerre kadar ilgilendiriyor mu tüm bunlar?” Ama öyle değil miydi? : Ben yalnızca kendi işimi yapmalı, üstüme vazife olmayan şeylere karışmamalıydım. Hem nerede, nasıl, kimlerle yaşadığını bilmem neyi değiştirirdi ki? Benim dertlerim bana yetmiyormuş gibi!

İlerleyen günlerden birinde, aynı yeşil gözler ve simsiyah kirinden derisinin rengi görünmeyen eller yeniden karşıma dikilme cesaretini buldu kendinde. Suya hasretinden çatlamış toprakları anımsatan o minik eller bu kez parlak renklere sarılmış bir paketi tutuyordu sıkı sıkı. Paketi, yüzünde utangaç bir gülümsemeyle burnuma doğru uzattığında aklıma gelen ilk şey, “Gazeteyi (sofralarına yaymak için) bile köylerinde bakkal neyin olmadığı için öğretmenlerden getirmelerini talep eden mahrumiyet bölgesi halkının bir bireyi olan bu kız bu cafcaflı hediye paketini de nerden buldu acaba?” olmuştu. Hah! Şimdi düşünüyorum da, harbi moronmuşum…

Hediyeyi, eşine az rastlanır bir ısrar ve şayet bana sunulana el sürmez isem bir kalbi ellerimle lime lime edeceğime dair çeşitli vücut dili mesajlarının da etkisiyle kabul edip teneffüsü geçirmek üzere meslektaşlarımın arasına döndüm. Çok iyi hatırlıyorum (hatta bundan sonra aklımdan hiç çıkmayacak bir şekilde…) günlerden perşembeydi. Aldığım paketi çok da hevesli ve meraklı olmayan bir ruh haliyle açıp içindekini çıkardım: El yapımı bir duvar saati... Çeşitli renklerde, belki bin adet karınca büyüklüğünde boncuğun bir karton plak üzerinde beyaz eşarplı bir köylü kadınını resmettiği, vücud bulması için müthiş bir sabır ve emek gerektiren bir sa-at …

Keşke hikayem burada bitseydi. Bunu her şeyden çok isterdim. Şu an hayatımda olmasını arzu ettiğim her şeyden daha çok… : Saati şaşkınlıkla ve böyle değerli bir şeyi asla hak etmediğim ve asla da hak etmeyeceğim kanısıyla bir köşeye bırakırken, bir öğretmen arkadaşımın ağzından çıkan üç kelimelik cümleyle afalladım: “Hapishanedeki abisi yapmıştır.”  Ben şaşkın bakışlarımı, eğer tek kelimelik dahi bir şey sorarsam ardından duyup öğreneceğim şeylerden korkar bir vaziyette bir o hocanın, bir bu hocanın yüzünde gezdirirken, içlerinden biri nicedir gözümü kapadığım gerçeklerin üstündeki beyaz örtüyü hızla çekip aldı. O kar beyazlığındaki masumiyet örtüsünün üzerine neler dizmişsem ya da düz!müşsem bir anda bir bir yere çalındı; tekini bile kurtaramadım… Bir ‘Son’ mu bekliyorsunuz? Peki… :

Bizim çirkin elli kız o gün, her sabahki gibi erkenden ahırın yolunu tutar. Ahırın kapısını aralayıp içeri adım attığında tavandan sarkan bir beden karşılar onu. Tavandan sarkanın bir değil iki beden olduğu ise günler sonra ortaya çıkacaktır. Meğerse yer çekiminin yuttuğu ruh bir değil, ikidir. Senem’in en büyük ablası ve artık olmayan varlığından ancak bu olaydan sonra haberdar olunan minik ruh… Otopsi sonucunda Senem, ablasının tecavüze uğradığını öğrenir. Otopsi sonucu bir şey daha söyler. Şimdiye kadar söylediklerinden çok daha karanlık bir şey… : Ablasına tecavüz eden kişi öz be öz dayısıdır. Da-yı-sı… Sonra Senem babasının dayısını öldürmeye teşebbüs ettiği haberini duyar; ardından da babasının hapse atılıp, dayısınınsa kaçıp saklanmayı başarabildiğini. Senem onlara kalan ve sırtını dayayıp güvenebileceği tek kişiye; abisine sığınır. Ta ki onun, dayısını bulup gebertmeye dair kanı-canı pahasına ettiği yeminleri duyana kadar… Senem. Senem yoktur artık. Bir köşeye sinmiş dehşetle olanları izleyen, çaresizce bundan sonra olacakları bekleyen; duyan, bakan fakat işitip görmeyen bir kütle… Büyük ablasının ahırda gördüğü kütlesine benzer bir kütle. Tek fark bulundukları mekanlar. Senem’in ortanca ablası ise yerini en son belirleyen kız kardeş olur. Kaçak hükmündeki dayısının yanı…: Onun yatağı… Kimse bu son ihaneti kaldıramaz. Akıl sır erdiremez. Artık Senem’in abisinin alacağı can ikiye çıkmıştır. Arar… Deli divaneye döner de arar… Bulur. Tetiği çeker. Kurtulur.

İstediğinizi verdim: Son. Nasıl? Saçının kirlenme korkusu yaşayan ilahi bir varlık ve ona haşyetle bakıp dokunurken tanrıçanın midesini bulandıran minik kirli bir yaratık…İyi hikaye hı? Hadi sesli söyleyin, duyamıyorum: ‘Öğretmeniiiiim canım benim canım benim, seni ben pek çok, pek çok severim. Sen bir ANA…’ Kes, Yeter!
Bilgin