30 Nisan 2012 Pazartesi

çimlere basmak yasaktır. onlar boşuna ayağımızın altında.çimadam gibi kafamızdan çıksınlar. dünkü maç çimlere yapılan bir katliamdı.soykırımdı. parklardaki çimlere mi basmak yasaktır, yoksa alayınamı. yada tek bir çime basarsak bu yasak değilmi ki çimlere demişler. çimleri neden bir kommunal yaşama hapsetmişler. bu levhaları yazanlar sosyalist mi? çimlere basmak yasaktır neden bir dizeden alıntı olarak gösterilmiyor? çimlerin şiirsel olmadığını kim iddia etti. ve yasağın en güzel romantizm olmadığını. bana bir cevap verin yoksa filozof çleceğim. çimlere basmayın yoksa file zarf vereceğim. sevgilerle
aydahayatolsanolur

29 Nisan 2012 Pazar

Dama atılmış pabuçlar ve yalnızlık

      Bir filmde görmüştüm. Esas kız sokakta orda burada karşılaştığı toza çamura bulanmış, yan yatmış ya da ters dönmüş, teki kayıp ayakkabıları fotoğraflıyor ve onlardan bir fotoğraf albümü oluşturuyordu. Farklı statü, yaş ve cinsiyetteki insanlara ait çeşit çeşit, eşi kayıp ayakkabı ve bunların kızın derin yalnızlık ve çaresizliğini sembolize edişi… Düşünüyorum da; yalnızlık ve melankoli dışında hiçbir şeyin insanın dikkatini bu tür ince detaylara çevirmesini ve kendisini bir kayıp ayakkabıyla! özdeşleştirmesini sağlayacak güce sahip olduğunu sanmıyorum.
Bunu anlatmak zor… ; yalnızlığın nasıl da ilham verici bir güç olduğunu… Her ne kadar şu an benim için yalnızlık, efsanevi rock müzisyenlerinin hayat hikayelerini okuyup okuyup, onlara, şirkli ömür ve melankolilerine aşık olmak; sefalet içinde kıvranan ilkokul ve esrar çekip satışını yapan lise öğrencilerimin durumlarını kendime, kalemime işkence diye belletmek veyahut romantik filmler izleyip sonunda gözyaşlarına boğulduğum histerik kahkahalar atmak demek olsa da biliyorum ki yalnızlığın bir insana olumlu anlamda yaptırabilecekleri de küçümsenemeyecek düzeyde. İlk aklıma gelen ve aslında bu yazıda bahsetmek istediğim, yalnızlığın kimilerine; anneliğin bir kadına kazandırabileceğinden çok daha yoğun bir hassasiyet ve duygusallık kazandırma gücü. Bunu nerden biliyorum dimi? Elbette ki bilmiyorum; fakat milyarlarca anneyi haizken sevgili dünyamız neden hala, düştüğü bok çukurundan başını bile kaldıramıyor o halde? Ayrıca okulumda 5 yıldır anne olan 3 öğretmeni 3 aydır tanıma imkanına sahibim; hiç olmazsa onlar bu tezimi çürütebilirlerdi. Ben tam aksine, daha insan gibi insan olma güdüsünü tetikleyen gücün ‘yalnızlık’ olduğu ve örneğin Afrika gibi sefaletin kol gezdiği bölgelere gönüllü olarak çalışmaya gidenlerin çoğunluğunun artlarında bıraktıkları evlerinde onları bekleyenlerinin olmadığı tayfadan olduğunu düşünüyorum.
Bazen kendime insanların bana neden bu kadar çabuk açılıp sırlarını döktüklerini sorduğumda aldığım cevap ‘Yalnız olduğun için’dir olur; ‘Yalnız olmanın seni başkalarının dertlerine, ıstıraplarına daha duyarlı kıldığını onlara açık verdiğin için…’ Şöyle düşünüyorum: Eşleri, sevgilileri ya da çocukları olan insanlar kendilerine her anlamda (özellikle tefekkür anlamında) ayırdıkları zamanı ikiye-üçe-dörde vs. bölmek zorunda kalır ki bu çoğu şeye takat bırakmayan bir şeydir. Bir de çocukları olanlar fazla korumacıdırlar. Nişanlı evli olup da henüz çocuğu olmayanlar ise korumacı kişilikler olmaya adaydırlar; nasılsa çocukları olacaktır. O nedenle kimi acı gerçekleri duymak dahi istemez, duysa da ilerde çocuğunun da aynı kirli dünyada yaşayacağı düşüncesine bile katlanmak hiç kolay olmadığından bu gerçekleri göz ardı ederler. ‘Kalabalık insan’lardır bunlar. Fakat yalnız olan insanın tefekkür etmeye de, ‘kalabalık bir insan’ nın önemsiz gördüğü detaylara, gözünü kapattığı uç gerçeklere de kafa yormaya da fazlaca vakti olur. Çünkü düşünmeleri, ilgilenmeleri ve sorumluklarını paylaşmaları gereken ikinci bir şahısları daha -ne yapsınlar ki- yoktur. Her yalnız insan için bu tür genellemeler yapmak doğru olmuyor elbette; en azından benim için bu böyle diyelim...
Yıllarca yalnız olduğumu saklama gereği duymadım. Ergenlik yaşlarından bulunduğum yaşa kadar bir erkek arkadaşımın olmadığını öğrenenlerin şaşkın ve inanmaz surat ifadelerini izleyip izleyip (özellikle daha bilinçli olduğum 20li yaşlarımdan itibaren) içimden bu insanların modern kafa yapılarıyla eğlenmek hoşuma gittiği için bunu gizleme gereği duymuyordum. Bir diğer nedeni de  “Yaşıtların evlenip çoluk çocuk sahibi bile oldu; senin yaşın da çoktan geldi. Yalnızlık Allah’a mahsus kızım, oğlum! ” diye direten ortak toplum diline –ki koparasım var o dili- kanan, tüm derdi tasası yalnızlaşma illetinden güvende olmak olduğu için beraberlik yaşayan (daha da kötüsü evlilik yapan) zavallı gençliğin kapıldığı akıma inat gitmekten gurur duyduğumu hem kendime hem de etrafıma ilan etmek içindi. Ne yapayım çoktandır önyargılı bir biçimde insanların yüzde sekseninden fazlasını, aşkın değil yalnızlıktan emin olduğunu bilme hissinin bir arada tuttuğuna dair bir inanca sahibim ve bunu aşamıyorum. Hem kim eski zamanlarda istisna olan zehirli ilişkilerin çağımızda damlaya damlaya kaide gölünü kirletmediğine şahit olmadığını söyleyebilir ki?  Merak etmeyin; dolgun bir maaş, ev ve araba üç bilinmeyenli denklemini çözmeyi yalnızlık labirentinden kurtulmanın en kestirme yolu belleyip münasip talip havalarında ortalıkta dolaşarak, yine ‘yalnızlıktan mülteci’ kızlara yem atma metoduyla anne baba eşleşmesini sağlamış tiplerin her yerde bulunduğu ve bunlardan birinin bir gün gelip de beni saklandığım yerde bulabileceği yönündeki sevgili paranoyam, onların kurdukları müşterek hayat müsveddesinden daha acınası değil. Dediğim gibi endişelenecek bir şey yok: Seyahat dergilerinden kesip topladığım şu yerlerin fotoğrafları… Bir kız kurusuna dönüşeceğim o günlerde alıp başımı kaçmayı planladığım yerler oluyor genelde.
Konumuza dönecek olursak… Ancak artık - yukarıda bahsettiğim yalnızlığımı göstere göstere yaşama lüksünün aksine-  yalnızlığım arttıkça canlılara yönelik doğru orantılı bir biçimde artan şefkatimi dizginlemenin; ya da daha doğru ifadeyle bunun ekran kontrastını düşürme vaktinin geldiğini sanıyorum: ‘Yalnız kal ama bunu belli etme… İnsanlara bu kadar aç, onların hayat hikayelerini dinleyip öğrenmeye bu kadar muhtaç olduğunu ve tüm sorunlarına çare olabileceğine dair aptal bir inanç taşıdığını en azından onlara hissettirme; hiçbir şey vaat etme…’
Kanımda dolaşan fazla doz merhametten övünüyormuşum gibi geliyor değil mi? Ancak gerçek bu değil. Ben yalnızca bu, daha çok acı veren ve hayatın zevklerinden mahrum eden durumun üstüme yapışmasının nedenlerinden hiç olmazsa birini sorgulama tasasındayım. Bu, bir vakit sonra önü alınamayacak hale geleceğine inandığım durumu dizginlenmenin vakti geldi diyorum, çünkü şahsıma ( bunu niçin ‘Şahsıma’ olduğunun nedenlerini yukarıda anlatabildim sanıyorum) anlatılması yoluyla öğrendiğim sır niteliğindeki gerçeklerin manevi yükü fazlasıyla ağır. Evet, esrar çeken ve satışını yapan öğrencilerimle iyi geçiniyorum. Sırlarını taşımamı istediler; ben de bu sırrı, bunları bana neden anlattıklarını sorgulaya sorgulaya; ve yalnızlığımın beraberinde getirdiği insan ve hikaye açlığımı onlara niçin cömertçe açık ettiğime lanet okuya okuya ( ailelerine ve okul yönetimine karşı ) taşımaya devam ediyorum (Bu noktada: esrar, attıkları her adıma gizliden gizliye hayranlık duyduğum müzisyenlerimin yaşamlarının bir parçası ve onların yaşamlarını okuyarak geçirdiğim günlerden sonra aralarında esrarın da bulunduğu pek çok günahı artık kanıksadım diye mi öğrencilerimi yadırgamıyor ve ele veremiyorum? Yoksa öğrencilerimin bu perişanlığının bana aşikar olmasının istenmesinin bir diğer nedeni fırsatım olsa kapılmaktan imtina etmeyeceğim hayata özenip, onu gizli bir arzuya arzu etmekten dolayı bir ceza mı?  Sorular, sorular…)
Bir nevi yalnızlığımın getirdiği duyarlılıkla, aileleri başta olmak üzere tüm toplum bireylerinin gözünde, eskiyip ilk alındıkları gündeki fiyakalı görünüşü taşımadıkları için kaybedilişlerinin ya da bir yerde unutulmuşluklarının bir anlam ifade etmediği ayakkabılardan farksız olan bu gençlerle özdeşleştiriyorum kendimi, çaresizliğimi, yalnızlığımı... ‘Kalabalık insan’ların fark etmediği önemsiz bir detayı fark ediyorum. Tıpkı o filmdeki esas kızın yaptığı gibi… Yıllarca, öğrencilerin yüzlerine dahi gülünmeyeceği, şayet gülünürse onlarla başa çıkılmayacağı ilkesini kendine prensip edinmiş kalabalık onlarca hocanın bu sefillikten habersiz geçmiş gitmiş olduğu bir kervan… Neden ben geçerken…? Dışarıya, yalnızlığının acısını başka insanların acı tatlı hikayelerini dinleyip, acı olanlarına çözümler üreteceğine dair üstü kapalı mesajlar vererek dindirebileceğini düşünen bir yolcu ve onun mesajını anlayıp ona çölde bir seraba koşar gibi koşan hancılar… İşte bu yüzden merhametli olmak hoş değil. İşte bu yüzden yalnız kalmak… ‘Yalnızlığın seni duyarlı yapar’. Ama o kadar… O kadar işte… Sonuç? Sonuç şudur: Kendisine koşulan, bir seraptır; seraptır sonuçta… Gerçek ihtiyaçları karşılayamaz; susuzluğunu gideremez ona koşanların. Yazının başından beri yalnızlığın insana kattığı erdemlerden gibi gösterip, kendimde de mevcut bulunduğunu savunduğum duyarlılık, merhamet, şefkat gibi duyguları hissetmekle, bunları Afrika’ya gidecek kadar hissetmek arasında fark olduğunu söylemedim hiç değil mi? Bana kalan mı?: Eskisinden daha koyu bir karanlık…
                                               By Bilgin

Başlıksız yayın

hangi devirde yaşıyoruz kardeşim!

.

bir zamanlar hamburg kıraathanesi diye bir mekanı övmüştüm ya. unutun gitsin, tuvalet kağıdı bembeyazdır yumşaktır güzeldir. Ama tuval değildirki üzerine resim yapasın

27 Nisan 2012 Cuma

kompostonun yaptığı kızıl devrim

Kolayı tekerrüren bıraktım, belki dükkanda değil ama tadında bıraktım...esrara devam...28.04.2012, saat:00:04. yaklaşık 3 saattir kola içmiyor. aydınlandım, feng şeyi oldu, amerikan rüyasından bilmem kaçıncı kez uyandım..ama uyku tatlı şey be...

26 Nisan 2012 Perşembe

yol kenarında duran bir adam varmış. Adam yol kenarında durmaktaymış ve yoldan geçen insanlara bakmaktaymış. Karşısında kablolalarla sarılı bir can var.  kulaklıkları var, elinde bi ekran var bi de temel varmış. Ama Can hikayenin konusu değilmiş.
Hikayenin konusu yol kenarında duran bir adam varmışdır. Yolda yürüyen başka adamlar da varmıştır. Ama bu adam yol kenarında duran bir adammış.
 Adama doğru hızla bir kadın yürümekteymiş. koşmak gibi yürümekteymiş. üzerinde kırmızı elbise varmış. elbisenin kırmızı olması kızın hızla yürümesiyle ters orantılı değilmiş. hızla giden kız, yol kenarında duran bir adamın yanından geçmiş. ama kuşlar batıya doğru uçmamış.
Yol kenarında duran bir adam, hızla giden kırmızılı kadını durdurmuş. Bakışmışlar. Adam durmaya devam etmiş. Kız ne demek istediğini anlamamış...
Hızla bir kadın yürümekteymiş adamın yanında durmuş. adam kırmızı elbise varmışa bakmış.
hızla giden kız hikayenin konusu değilmiş.
hızla giden trenler filmlere konu olduğundan beri köpekler uçmak.
İns anılarının olmasını anlamyrm.
Bir tarantulanın bacaklarını boynumda hissetmek bir tarantulanın tüylü bacaklarını boynumda hissetmekten farklı. Ah! bir tarantulanın, kıllı bacaklarını traş etmek.

imgeye anlam vermek

İmge, al bu anlamları...
tam saçmalamamaya karar verdiğim bir anda, böyle birşey olabilir mi diye de düşünmeden edilmiyor. yani kedilerin kuyrukları vardır, köpekler havlar, gökkuşağında çok renk vardır. güneş sabah doğar, akşam batar. bazen metallica dinlemek güzeldirmek.
   parantez açmak anlamayı kolaylaştırır. topic sentence bulamamak çok sıkıcıdır. aklına hep hocanın ne düşüneceği gelir. bazen de gülesim gelir.
 sabah süt içmek, süt içmemekten iyidir sanırım. içeçek çeşitleri çoktur. ama en çok su, alkol, kola tüketilir. emrahlar serbes kaldığı sürece nerede o eski ramazanlar diye sorulacaktır.

gelemem


Üzgünüm bugün gelemem

Sadece üç beş kuruş özlem kalmış

İşportacıdan aldığım cüzdanımda

Merak etme ıslanmadım ben

Sadece birkaç damla sevgi kalmış

Saçlarından esen hoş rüzgârdan

Sensiz kalırım sanma

Uyutmayan hayalin var yatağımda uzanmakta

5 december 2006

17 Nisan 2012 Salı

gun vs poem

sometimes you have to bring your own gun because stanzas are not always filled with powder

film

bütün başrol oyuncularını yakışıklı, karizmatik, güzel olması bir alışkanlıksa da holy bulduğumuz woodlara insan yüzleri çizeriz. putlarımıza özenmek kadar vaşaktır mendil. gözlerimi gözlerine dik açıyla oturt ki mimari mizi mazimizde aramayalım. sütünlar ve kolonlar, fareler ve deneyler kadar gerçektir bana kalsa. bir mübareklik sezdiniz siz de değilmiş. gözlerimi hissedebiliyorum

dünyayı anlamaya çalışmayın

ders verek gibi olmasın.ya da vaaz vermek gibi. ama beni çalışın. bana çalışın demiyorum. beni, mesela tezinizi benim üzerime yazın.dünya gereksiz büyük diilmi sizce de bizce de yada latincede. her dilde aynı çıkmaz. bildiğim iki kelime de etkiliyici bir büyü ve rehabilite etme yeteneği var. (bi) siktir git

at

insanlar düşerken çok sık at dermiş.bunu bi dize de görmüştüm. bitişimiz hiç de radikal olmayacak

karanfil de tütün kokusu(n)

bak hele

çiçek yaprakları gibi sapır sapır ağaçların dibine dökülmüş insanlardan kartpostal yapamya kalkmayın. önce kullanma kılavuzunu ya da varsa readme dosyasını bulmalısınız.
terli terli ve aç karnına feyse girmeyin.
bir kurbağa göbeğini göğe dikip güneşlenebiliyor. buna şahidim. atomlar da. sen şahit değilsin hariç

silsile

kelimelerin yağmur gibi yağdığı ve arabalar gibi üzerime çarptığı sisli ve cümleli bir havada bütün bunları başımı hasardan korumak için yapıyorum.
bütün yemekleri aç kalmamak için ve haz aldığım için yiyorum.
işemeyi çok seviyorum.
not; not diye birşey bir yazının eksik donanımlı olduğunu ve dışardan destek alma ihtiyacı duydugunu ortaya koyar

ah muhsin ünlü eksi 2

kapımın önündeki nallara mıh çakıp bir at çevikliğinde bindim aşka. ama attan inerken bir rasyonellik krizi geçirdim. sen yazmaya başla ki, ben saçmamamamlıyım

kanto

kanto yapan bir seni tanıyorum
ama bir dragoroman tanımıyorum
senin harflerin bir kızı hatırlatıyorum
böyle buyurdu zerdaleştüyorum

uykulu sucuklar yemek alışkanlığı

bir-bülent-ölsündür çok sever yaşamayı. bir-bülent-ölsündür çok sever uyumayı. çünkü uyku birilerinin uzaktan akrabasıdır. ve bu iş için de referans vermek lazım gelir.

vardiya değişimi

gençti, işten kaytarmayı çok severdi. çok  da tındı. nasıl oldu anlamadım, bu havaları bana bırakıp gitti.

define-tion

aşk bir girdabın içinde ne kadar süre kalabileceğinle doğru orantılı rakamsal ve hormonsal verilerdir. delilik, bu girdapta varılabilecek maksimum süreyi aşıp girdaplarda gerçekliğini kaybetmektir. nefret.o benim

Vather

bir insan, ya da bir insan değil. konuşabilen canlılar baba dediğinde, altında buzağı arayan edebiyatçılara entel diyorlarlar. kendine entel diyen bir milyon kentrilyonbinyüz konuşan canlı gördüm. hiçbiri senin kadar güzsel değildi. yapraklarıdan taşan çiğlerden yedim. appendiximi aldılar. sana vather diyorum. "vather why hafe you vorsaken him"
*bir baba ata binemese de babadır.
yine özledim. özledim seni çünkü yemek yemeyen insanları seviyorum. acıktım diyenleri işkembelerinden tavana asasım geliyor. mendil satan çocuklardan iğrenip çiğ istakozları miğdeye indirmek için ağzı sulananlar sapık değilse de pavlovun deneylerine maruz kalmış gevişgetirengillerdendir. seni özledim, çünkü gökyüzüne bakıyorum.
kustum yazmışsın mesajında. nasıl sevindim bilemezsin. insanlığın çirkin yüzünü seyredip mide hazımsızlığı geçirmen ne kadar güzell. hala biraz bir parça birşey kalmış demek yüreğinde ama kusmuğun da var bir parça ağzının kenarında. Meğer "küstüm" yazmışsın. süküt-u hayale uğradım. noktalardan intikam almak isteyen bir ingilizce gibi nefret ettim senden. sen demişken. nasılsın iyimisin* yoksa gökyüzü siyah mavi beyaz pembe renkte mi yine

ah muhsin ünlü -1

not:lazım gelen gülleri bulamadım, bu yüzyıldan dikine çıkamadım enine de sığamadım, bence geri gelmelisin, lazım gelmeyen boşluğu hissediyorum. sen yokken şair diye cirit atan beygir olamama ihtiyacıyla dolu insanlar var

ah muhsin ünlü

adama bir öpücük verin* yoksa şair, ölecek%

15 Nisan 2012 Pazar

racist but sounds funny and true

"The Allemane (germans) were Christians, that was for sure. They lived in the north like all others, in what we call Blad Teldj, or the Snowland. Allah did not favor the Christians; their climate was harsh and cold, and that made them moody and, when the sun did not show up for months, nasty. To warm themselves up, they had to drink wine and other strong beverages, and then they got agressive and started looking for trouble. They did drink tea sometimes though, just like everyone else, but even their tea was bitter and scalding and not like our..." from the book Dreams of Trespassing by Fatima Mernissi

14 Nisan 2012 Cumartesi

uykusuz bırakan bir dize

"aşk örgütlenmektir,bir düşünün abiler" ece ayhan

balzac

gözlerimi kapayıp seni düşlüyorum balzac. olmayışını düşlemek bütün varlığının detayını veriyor bana.Bunu yaparken faks makinesini kullanıyorum.gözlerim kararıyor mavi bir balık tutmak kadar güzel adın. ben ben olmaktan çıkarken, karakterlerin sen olmaktan çıkıyor.beyoğlunda yürümeye başlıyorlar.beyoğlunda koşuyorlar. beyoğlunda tramwaya biniyorlar. sen olmuyorsun. bir fransız öyle söylüyor. ve ben de bir deliyi şahit tutuyorum,şahidi deniz tutuyor. denizi kimse görmüyor.

13 Nisan 2012 Cuma

böğürtlenli karabasanlar

bilinCime inelim sevgilim. Yaşamalı mı? yAşamamamamamlı mı bu dunyayı? takıntım sen değilsin. Takındığım küçüklükten gelen talihsiz günahlar serüvenleri.Beni anlamanı beklemiyorum sevgililerim. yOKsa kaypak bir romanın ilk sayfası olsa gerek. sismik titrek seslerine teşekkür ederim girişimlerin. Susutğumu ssssssss hayvanlarıyla ispat etme çabasına girmiyor dikenli çalılar kusmuğumu mu...

7 Nisan 2012 Cumartesi

masum değiliz, hiçbirimiz...

Saçlarıma dokunmasına müsaade ettiğim o ilk an içime içime ‘Olamaz, Olamaz! Elleri..!’ diye haykırıp durdum. Sesimi bir tek benim duyabiliyor; ona duyuramıyor olmamamın yaşattığı çaresizliği, özenle hazırlandığı her halinden belli, ve o ellerini saçlarıma atmadan hemen önce soluksuz izleyeceğimden son derece emin olduğum sunu boyunca hissettim; kolunu sırtımda, parmaklarını da saçlarımda hissettiğim tüm o süre boyunca…Tamam, elleri ürkekçe yalnızca saçlarımın ucunu (2 cm yukarısını değil..) okşama hakkını bulurken kendinde, bir  ara  dönüp, yüzüne sahte bir şefkatle gülümsemiş; üstüne üstlük dudaklarımdan: “ Saçlarımla oynanmasını severim.” cümlesinin çıkmasına mani olamamıştım. Fakat şimdi pişmandım; ellerini bir an önce çeksin artık istiyordum… Ama nafile! Bir yandan suratına gülümserken, bir yandan da gereksiz bir biçimde sarf ettiğim o teşvikkar sözden sonra tabii ki o da bu durumdan hoşnut olduğum sonucunu çıkaracak ve beni memnun etmek için şu tüylerimi diken diken eden hareketini sürdürecekti! “Ne Aptalım!”

Sonunda, içime içime yalvarmaktan ve nefretli ‘ben’le kavga etmekten sıkılmış, programın seyrini ise çoktan yitirmiştim. Sağım solum koluma geçmiş omuzlarla çevrili olduğu için kıpırdayamıyor, içerdeki oksijenin ölümünü ise çaresizce izlemekle yetiniyordum. Ortamı karartmak için içeriden pencerelerin önüne konulan kalın kalın kartonlar ve kapının ağzına dizilen oturma yerleri yüzünden oksijen kaynakları tıkanmış, bana da ‘Ya Sabır!’ çekmek düşmüştü. Kendimi  “Nasılsa elleri saçıma değdi, bırak nasıl istiyorsa öyle olsun” şeklinde düşünerek rahatlatma yoluna gittim. Ancak arkamda ayakta duran, ellerin sahibi biraz sonra parmaklarını nazikçe boynumdan yukarı çıkarıp saç derime değdirdiğinde iğretiyle ürpermiş; fikrimi değiştirip boynumu ‘Yeterli, tamam.’ anlamında rahatsızca oynatıp,  saçlarımı önüme almak için hafif bir hamlede bulunmaktan kendimi alamamıştım. Fakat o bunu hissetmemişti bile! Hemen ardından başımı, elimden geldiğince nazik olmaya çalışarak, çevirip neler olup bittiğini öğrenmek istercesine gözlerine baktığımdaysa karşılaştığım şey, sinevizyon perdesinin hemen yanındaki boş duvara dalmış bir çift yeşil gözdü. Ve de onlardan taşan ve yansıdığı duvarı bile delecek şiddette bir ‘Hüzün’… Hayır, hayır daha etkili bir şey görmüş olmalıyım ki, 20 dakikadır saçlarımda bir aşağı bir yukarı gezinmekte olan o, asırlardır yıkanmamış gibi duran ve bu yüzden de üzerinde oluşan kir tabakasının bir nasır görüntüsünü andırdığı elleri bile unutturmuştu bana. Hatta az önceki ‘saçlarım kirlenecek hatta bitlenecek(!)’ gibi bencil ve zavallıca korkularım için belli belirsiz bir utanç bile hissettirmişti. Evet, bu utanç kırıntısını ben hissetmiştim!  Sanki son 20 dakikadır programı dinlemeyi bırakıp; günlerdir daha çok ilahi bir varlığı inceler gibi her hareket, jest ve mimiğimi saygı, korku ve hayranlık karışımı duygularla incelemesinden ve her adımımı takip etmesinden müthiş rahatsızlık duyduğum o bir çift yeşil gözün nasıl olur da bugün yanıma yaklaşabilme cesareti bulabildiğini sorgulayıp durmakta olan ben değilmişim gibi!  Ne yazık ki az önceki de bendim. “Acaba istemeden fazla mı yüz verdim? Daha dikkatli olmalıyım; ya daha da fazlasına cüret ederse?”  sorularının kafasında fink attığı ben. Ellerinin pisliği yüzünden, Onun saçlarına dokunuşuna; onları, canını yakmaktan korkarcasına okşayışına kendini bırakmak yerine, her hücresinin tiksintiyle ürpermesini tercih eden bu öğretmen... Diğer yandan, o hüzünlü, mahzun, dalgın bakışlar kendime Onu ne kadar tanıdığım sorusunu da sormama sebep oldu. Bu da belli belirsizdi. “Onu tanıyor muyum? Okula niçin yüzü, elleri ve saçları kir; üstü başı perişan bir halde geliyor ki?” Yok, yok bunları merak etmiyordum, hem de hiç… “Dürüst ol Zehra! Seni zerre kadar ilgilendiriyor mu tüm bunlar?” Ama öyle değil miydi? : Ben yalnızca kendi işimi yapmalı, üstüme vazife olmayan şeylere karışmamalıydım. Hem nerede, nasıl, kimlerle yaşadığını bilmem neyi değiştirirdi ki? Benim dertlerim bana yetmiyormuş gibi!

İlerleyen günlerden birinde, aynı yeşil gözler ve simsiyah kirinden derisinin rengi görünmeyen eller yeniden karşıma dikilme cesaretini buldu kendinde. Suya hasretinden çatlamış toprakları anımsatan o minik eller bu kez parlak renklere sarılmış bir paketi tutuyordu sıkı sıkı. Paketi, yüzünde utangaç bir gülümsemeyle burnuma doğru uzattığında aklıma gelen ilk şey, “Gazeteyi (sofralarına yaymak için) bile köylerinde bakkal neyin olmadığı için öğretmenlerden getirmelerini talep eden mahrumiyet bölgesi halkının bir bireyi olan bu kız bu cafcaflı hediye paketini de nerden buldu acaba?” olmuştu. Hah! Şimdi düşünüyorum da, harbi moronmuşum…

Hediyeyi, eşine az rastlanır bir ısrar ve şayet bana sunulana el sürmez isem bir kalbi ellerimle lime lime edeceğime dair çeşitli vücut dili mesajlarının da etkisiyle kabul edip teneffüsü geçirmek üzere meslektaşlarımın arasına döndüm. Çok iyi hatırlıyorum (hatta bundan sonra aklımdan hiç çıkmayacak bir şekilde…) günlerden perşembeydi. Aldığım paketi çok da hevesli ve meraklı olmayan bir ruh haliyle açıp içindekini çıkardım: El yapımı bir duvar saati... Çeşitli renklerde, belki bin adet karınca büyüklüğünde boncuğun bir karton plak üzerinde beyaz eşarplı bir köylü kadınını resmettiği, vücud bulması için müthiş bir sabır ve emek gerektiren bir sa-at …

Keşke hikayem burada bitseydi. Bunu her şeyden çok isterdim. Şu an hayatımda olmasını arzu ettiğim her şeyden daha çok… : Saati şaşkınlıkla ve böyle değerli bir şeyi asla hak etmediğim ve asla da hak etmeyeceğim kanısıyla bir köşeye bırakırken, bir öğretmen arkadaşımın ağzından çıkan üç kelimelik cümleyle afalladım: “Hapishanedeki abisi yapmıştır.”  Ben şaşkın bakışlarımı, eğer tek kelimelik dahi bir şey sorarsam ardından duyup öğreneceğim şeylerden korkar bir vaziyette bir o hocanın, bir bu hocanın yüzünde gezdirirken, içlerinden biri nicedir gözümü kapadığım gerçeklerin üstündeki beyaz örtüyü hızla çekip aldı. O kar beyazlığındaki masumiyet örtüsünün üzerine neler dizmişsem ya da düz!müşsem bir anda bir bir yere çalındı; tekini bile kurtaramadım… Bir ‘Son’ mu bekliyorsunuz? Peki… :

Bizim çirkin elli kız o gün, her sabahki gibi erkenden ahırın yolunu tutar. Ahırın kapısını aralayıp içeri adım attığında tavandan sarkan bir beden karşılar onu. Tavandan sarkanın bir değil iki beden olduğu ise günler sonra ortaya çıkacaktır. Meğerse yer çekiminin yuttuğu ruh bir değil, ikidir. Senem’in en büyük ablası ve artık olmayan varlığından ancak bu olaydan sonra haberdar olunan minik ruh… Otopsi sonucunda Senem, ablasının tecavüze uğradığını öğrenir. Otopsi sonucu bir şey daha söyler. Şimdiye kadar söylediklerinden çok daha karanlık bir şey… : Ablasına tecavüz eden kişi öz be öz dayısıdır. Da-yı-sı… Sonra Senem babasının dayısını öldürmeye teşebbüs ettiği haberini duyar; ardından da babasının hapse atılıp, dayısınınsa kaçıp saklanmayı başarabildiğini. Senem onlara kalan ve sırtını dayayıp güvenebileceği tek kişiye; abisine sığınır. Ta ki onun, dayısını bulup gebertmeye dair kanı-canı pahasına ettiği yeminleri duyana kadar… Senem. Senem yoktur artık. Bir köşeye sinmiş dehşetle olanları izleyen, çaresizce bundan sonra olacakları bekleyen; duyan, bakan fakat işitip görmeyen bir kütle… Büyük ablasının ahırda gördüğü kütlesine benzer bir kütle. Tek fark bulundukları mekanlar. Senem’in ortanca ablası ise yerini en son belirleyen kız kardeş olur. Kaçak hükmündeki dayısının yanı…: Onun yatağı… Kimse bu son ihaneti kaldıramaz. Akıl sır erdiremez. Artık Senem’in abisinin alacağı can ikiye çıkmıştır. Arar… Deli divaneye döner de arar… Bulur. Tetiği çeker. Kurtulur.

İstediğinizi verdim: Son. Nasıl? Saçının kirlenme korkusu yaşayan ilahi bir varlık ve ona haşyetle bakıp dokunurken tanrıçanın midesini bulandıran minik kirli bir yaratık…İyi hikaye hı? Hadi sesli söyleyin, duyamıyorum: ‘Öğretmeniiiiim canım benim canım benim, seni ben pek çok, pek çok severim. Sen bir ANA…’ Kes, Yeter!
Bilgin

4 Nisan 2012 Çarşamba

Cami

aşk, toprağında beden bulmuş. ya da ben ne dediğimi bilmiyorum. önemli olan senin bu davada olman. bakışların,tütün fabrikası rezervelerindeki bütün tütünü tek tüttürmede bitirtecek dirayette. Buna sevinmelisin. şimdi reklamlar. Kasırgalarda uçmamak için insancıklar nasıl sağa sola tutunmaya çalışıyorsa, gözlerine bakarken girdabına girmemek için o kadar çok uğraşıyorum. kan ter içinde kalıyorum. hayır yanında terlersem kokarsa falan, sana karşı çok mahçup olurum be güzelim. bu arada aklımdayken söyliyeyim.
  Gözlerin, evet yine gözlerine takıldım. gözlerin binbir derde deva olan sihirli, büyülü, gizemli taşlar gibi. "Sen şimdi kalkıp gidiyorsun.git.gözlerin dururmu? onlarda gidiyorlar, gitsinler. oysa ben gözlerinsiz edemem bilirsin" tanıdınmı bu şairi. "bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti". yıllar öncesinden sana yazılan şiirleri hangi halet-i ruhiyede okuyorsun merak ediyorum. Gözlerin, herhangi bir tansiyon artışına sebep oluyor diye mi bu resmiyet. bu prospekt.
Ya o değil de seni bir kere öpsem devran nerde güneş nerde, o kozmoz bu kozmoz muydu, şaşırıyorum. Onun için sevgili güzelim. lütfen öpüşmeyelim.
 Sayfalarca yazacaktım. yazarım da. gözlerinde tutukluk yapmasaydım eğer. gözlerin gerçekten beni delip geçen kimyasal silahlar taşıyor olmasaydı. ya da komple komplo teorisinden mi ibaretiz. senin davan yalan mı yoksa. gözlerini kimden aldın bilmiyorum. ama irisine renk veren yüce rabbim, beni çok borçlu bıraktı, meteliksiz kaldım.
ne diyorduk, gözlerin...düşünüyorum da, sen ve orhan veli aynı çağda sokak kenarında, orhan velinin dudağında üzgün bir sigara, karşılaşsaydınız... düşünüyorum bir patlama olur muydu... bazen nazım hikmete acıyorum... senin gözlerini tanımamış bir şair ne kadar şairdir... seni koklamamış bir erkek... erkek mi dedim ben... bilmiyorum ama düşünüyorum. ne tuhaf fiiller bunlar. başım niye duman ve ben niye sırıtıyorum bilmiyorum. Düşünsene,sen olsaydın, istanbul olsaydı, anason ve yosun kokusu yüzümü yalasaydı...ha bide gül-nane kokusu...ne tepki verirdim bilmiyorum, ama bir felç hali, bir dumur mahiyetinde kitlenebilirdim senelerce. Yüce rabbim biliyor beni atomlarıma ayrıştıracak bileşenleri.. ve onlar yanyana gelmiyor çok şükür...
Gözlerin bana viyana kuşatmasını hatırlatıyor, gözlerin Napolyonun kazanamadığı bütün savaşları hatırlatıyor bana ey kahpe bizansın yiğit güzeli. Sakın üstüne alınma, bizde adettir, bütün güzeller bizanslıdır... bizans ne diye soracak olursan... neyse sen memleketinin ismini söyle işte.

    gözlerine bakınca kaybettiğim yaşlı,yosunlu cılız tahtalı kayığımı hatırlıyorum. Çok virandı ama çok güzeldi denizin mavi yeşilinde paslı demirli yerleri. gökyüzüne bakardım ben o kayığın içinde. o kayığımı çok özledim.gözlerinde bir yanlışlık varsa işte bu sebeptendir güzelim,çirkinim,ben miyim.

gözlerin az önce, 5 saniye evvel bir off çektirdi bana, oo "offf" un içinde neler yokki. sanki sihirli lambadan çıkan cin gibi, o "off" bütün dünyanın derdini içimden dışarı çıkardı. Balıkçıların aşkı romantik değil ben biliyorum. kar hiç de beyaz değil. Millet bilmiyor. anlamıyorum bu kadar bunak mı bu insanlar. anlamıyorlar seni baudrillard. anlasalardı toplu-intiharlarism diye bir akım başlardı. anlamıyorlar kadıköy seni. kadıköy, açıkcası seni ben de anlamıyorum. ama dalgalarını yaralı bir balina varmışcasına kıyılara vurman birşeyler anlatıyor. dilin olmak istermişcesine çığlık atan dilsiz martılar... evet bunlar birşeyler anlatıyor. ama ben bunların hepsini gözlerinde görüyorum nasıl ki bir çingene küresine bakıp geleceği görüyor.
  Bu kadar uzun yazmak istemiyorum gözlerini. 500 kelime ve üzeri yazıyorsam bir konu üzerinde bu demektirki, gerçekten boş konuşuyorum.gözlerin hariç değil.

bu gece "tarifsiz kederler içindeyim" diyen bütün dostlarımı ocakbaşında topladım. Biliyorsun değilmi beni bu hale endamın getirdi.
ya bide güzelim...bir de bir derdim var demek istemiyorum, dert demek,hafızamı kaybedim silüetini unutmam demek gibi birşey. dert; yokluğunun damarlarımda yaptığı öldürücü basınç. Başka şeye dert demem ben...
kimisi adam yerine koymuyor "adam gibi" olmayanları. gözlerinin içine girebilseydim ne "to be" ne "not to be" meselsi beni hiiiiç alakadar etmezdi. ama naparsın..ekmek davası..
   gözlerin, bir ekmek kırıntısını bile boğazımdan geçirtmiyor bana. GÖZLERİN, gözlerin, GöZlerin ya da gözleriN. sanki damdan düşmüş de ölmemiş, hem de hiç biyerim acımamış gibi mutluyum. Ama düşerkenki korkum, bir insanın bir uçurumdan düşerken hissettiği korku, bir kedinin dört ayak üstüne düşememe korkusu gibi değil. gözlerini bir daha benim gördüğüm gibi kimsenin görmemesi dileğiyle. İyi dersler arkadaşlar. saol