18 Mart 2012 Pazar

kahveci sahnesi 2

Dükkana  farklı bir müşteri daha gelmişti gözlerime inanamayaraktan baktığım. İnsanlar gerçekten kör olmasalardı böyle bir güzelliğin dışarıda başı boş gezmesine izin vermezlerdi, vermemelilerdi, veremezlerdi. Bazen aşklar ilk bakışla başlamasa da ilk bakışlarda büyük hayranlıklar başlayabilir. Ve bazen hayranlıklar şehvet ismine kamuflaj giysisi giydirmekten ibarettir. Böyle bir güzellik böyle bir güzellik değildir aslında. Bu kez kasanın yakınlarındaydım ve servis için bu güzelliğe ben yakışamadım. Arkadaşlardan Cevdet hanmfendinin önünde bitiverdi. Cevdetle güzel müşterilere yetişmek konusunda aramızda müthiş bir rekabet vardı. Arkadaşlar ona kova Cevdet derdi. Esrar aleminin en kral adamıydı Cevdet. Bir esrar sohbeti sırasında öğrenmiştim zaten cevdetin benle bu sanal savaşa girdiğini. Bir gün uçmak istediğimi söyledim cevdete. O da beni palazkonak gece kondu mahallesine götürdü. Öyle bir yokuşu sisfusun çıktığını bile düşünmüyorum. O lanetli, garip, acıların çocuğu insancık sisifus. Ne çekmişti o taşı zirvelere götürmek için sütçü beygiri gibi. Yürümekten ve başa almaktan bıkmayan insanlarız. Bunda yalan yok. Yalanlar insanların en doğal gerçekleri olmaya başladığında biryerlerden post-modernism diye bir şey çıktı sürünerek. Sonra tanrı let there be coffee dedi. Böyle başladı bizim hikayemiz. Duvarları tunçtan ergenokanları da post-modernistler uydurdu. Ben şahidim foucault da öyle.

Yokuşu çıkmaktan nefesim kesilmek üzereydi. Bu malla mal almaya gittiğimize inanmak istemiyordum bi yandan. Bir yandan uçmak nasıldır hayallerim nelerdir, içimdeki ben neremden çıkacak diye merak ediyordum. Sonra iki katlı pembe bir gecekonduya geldik. Ortalıkta birkaç kişi daha dolanıyordur. Serseri tiplerin herzaman serseri olmadığına inanırım. Stereotype insanlar o kadar da stereotype değildir diye düşnmüşümdür. Ama karşımda duran irikıyım esmer vatandaş tam bir serseriydi ve elini ikinci katın penceresine uzatıp 15 liralık dedi. Bizim Cevdet de sıraya girdi. O da kısa boyuyla elini uzatıp 10 liralık dedi. Şiveli şiveli konuşan penceredeki adam bana bakıp sen de beraber misin dedi. Benden şüphelendiğini mi gösteriyordu bu adam yoksa bu kadar pasif durmama mı şaşırmıştı. Evet, ama ben Siyulardanım dedim. Şefin barış çubuğu bitmiş, acilen yanına gitmeliyiz dedim. Adam ne dediğimi anladı mı bilmiyorum ama bir “hea” sesi çıkardı ve içeri doğru ver bi 15lik diye seslendi. Kağıdın içine sarılı şekilde aldı otu Cevdet. Sonrada filmlerdeki gibi kafasına şapkasını geçirip ellerini cebine sokarak yürümeye başladı etrafını kolaçan ederek. Ben de arkasına takıldım ortalama hızda adımlarla. Bu gecekondudaki insanların hepsi ot çekiyor olmalıydı diye düşündüm. İnsanların bu kadar gözleri kapalıysa ve bu kadar denizimsi bir sessizlik varsa kara kıtada ve kıta sahanlığında birşeyler yolunda gitmiyor demektir. Belki gecekondular mezargibi kondulardır ve içindekiler mısır edebiyatından kalma bir mumyalık hali yaşıyorlardır. Bunun farkında  olmadıkları için üzüldüm. Bir an için belediyeyle anlaşma yamak geldi içimden. Bu bölgeyi su kesintisine uğratmalarını isteyecektim. Sonrada tankerlerle ikinci dereceden sert Kolombiya kahvesi getirecektim buraya tam 2 ton. Herkes almalıydı. Kovalarıyla bidonlarıyla,dabacanalarıyla gelmeliydi mahallenin kadınları erkekleri. Mumyalandıkları yerlerden bir belediye sireni sesiyle kalkmalıydılar, ölüleri diriltmeliydik. Bu mahallenin hepsi birden tüketmeliydi bu kahveyi su niyetine. Belkide o zaman belediyeye gerek kalmadan bu insanlar, bu konduları yıkıp yerlerine kendi kabilelerine has tokiler dikebilecek dirilikte olurlardı. Ama birkaç saniye sonra umursamadım bu fikri. Yokuşların hepsini sisifus gibi aşağı indik. Bütün çıktığımız sokakları yokuş aşağı tekrar seyrettim. Şehri seyrettim sanki makyaj yapan bir kadınmış gibi. Yarı çirkindi yüzünü saklamaya çalışırken. Gece oluyordu. Düze indiğimizde gecenin ortasında yayılan ışın kılıcı polis ışıklarını gördük. Her tarafı parlatmaya yetmeselerde adaletin kırmızı mavi ışığı gözlerimize vurmuş, ordan şelaleler gibi yüreğimize akmış oradan da süzülüp altımıza kadar uzandırmıştı ıslaklığı. İlk okul çocukları gibi altımıza işemek üzereydik bir polis aracı üzerimize geliyordu orta dünya atlıları gibi ikinci viteste. Aslında o kadar korkulacak bir şey yoktu. Üzerimizde ot taşıdığımızı nerden bilsin adamlar. Ama insanlar ilkleri yaşarken her şeyin altüst olacağından korkarlar. Belki sevgilinizin ilk defa elini tutarken de korkmuşsunuzdur. Ya elini tutmak için yeterli zaman geçmemişse ve o senin elini tutacakmış gibi hissetmiyorsa. Ya da elini tuttuğunda hayalinde tuttuğun elle birebir uyuşan parmak izi numuneleri bulabilecek miydin. Hayalindeki yumuşaklıkta mıydı? hayalindeki sıcaklıkta mıydı? Yoksa hayalendeki gibi oturtamadınmı parmaklarını parmaklarının arasına. Bunları ancak deneyerek öğrenebilirdin. Hayat experimental olduğu sürece yaşamaya devam edecekti bütün post-modernistler. Postmodernistlere takmış olmamın sebebi üniversitede seçmeli ders olarak aldığım teoriler ve kahve bağıntıları dersindeki hocanın bana takmış olmasıyla alakalı bir durum. Ben ne dediysem neye inandıysam post-modernistler hakkında hoca tam tersini anlamış ve anlatmaktaydı. Birimiz Baudrillard’ı  Waçowski biraderler (ki artık birader değillerdi. Kız ve erkek kardeşler oldular) kadar yanlış anlayıp yanlış anladığımız kuramın üzerine büyük bir film çekmiştik ve bu filmin yanmasını istemiyorduk. Bir diğerimiz ise Baudelaire gibi hissetmek istemiştik Poe’yu. Ve dersten defalarca kalmıştım. Önemli değildi ben modern zamanların epik bir sisifus’u olarak yaşayabilirdim ama sonunda taşıdığım kayayı izleyicilerimin üzerine fırlatabilirdim. Öyle görünüyor ki post modern hayat yunan medeniyetini pes ettirdiği için göçüp gitti böyle bir medeniyet. Geri kalan fikir kalıntılarıyla uğraşmak için bir yığın akademisyen tuttular ve hiçbiri Alice’ten nefret edemedi. Herkesin hoşuna gitti tavşan deliğinden çıkan koca dünya hikayesi. Bazıları buna Disneyland diyor. Bazılarıysa yalan dünya. Hâlbuki iki tayfada yanılıyor.
            Neyse, otu alıp eve gittik ve polis bizi görmeden geçti gitti öylece. “Ben namazı kılayım sen otları sar” dedim cevdete. Cevdet bu işin tiryakisi gibi gözüyordu. Uzun süredir içmemiş keşler gibiydi bakışları. Namazdan sonra yanın gelip sarmasını seyrettim otu. İlk nefesten sonra elleri titremeye başladı Cevdet’in. Döndürerek içiyorduk cigarayı, bir bitti, iki bitti, üç bitmek üzereydi. Bir türlü kafayı bulamıyordum. Cevdet’in bakışları çoktan boşluklara ulaştı. Muz görmüş, şempanzeler gibi sırıtıyordu. Bunun bana bir etikisi olmadığını söyledim. Gidip kahvemi içseydim acaba. Ama o da tam ters etki yapıp daha çok ayılmama sebeb olabilrdi. Fakat tezime göre yeterince ayıltacak etkiyi verirse kahve, uyuşturma etkisi de yapabilir. Cevdet bu sefer su şişesini kesip bir delik deldi. Eliyle kesik tarafı kapatıp şişeyi dumanla dolduruyordu ve sonra da dumanı hüpletiyordu derin iç çekişleriyle. Bu şekilde denememi istedi ve denediğinde gerçekten etkili olmuştu. Anlamsız rock müzik kliplerine boş gözlerle bakmaya başlamıştık ikimizde. O esnada kahveleri senin sevdiğin kadar sevmesemde müşterileri senin fincanında düşünemem diye zırvaladı. Belki de bu yarışın sebebini kahveye duyduğu nefrete bağlayacaktı bilmiyorum. Benim de yüzümde sebepsiz bir sırıtma oluşmuştu, içimdeki ben, ben olmayan robot vücuduma acemice hüketmeye çalışıyordu. Sırıttığımı biliyordum yüz kasları kontrol edemesem de. Ellerim götürmek istediğim yere gitmeyip amacından sapıyordu. Gereksiz bir mutluluk çökmüştü üzerime ve “ben ben değilim” dedim. Cevdet dediklerime gülüyor ve TV’ye bakara gördüğü şekilleri anlamlandırmaya çalışıyordu. Birden başım da dönmeye başladı. Bu his bana tanıdık geldi ve hemen doğrulup lavaboya koştum. İki saat önce yediğim akşam yemeğim birden gözler önüne serilmişti. İşte makarna parçaçıcıkları işte köfte parçaları. Çiğnemeden yemenin ciddi manada zararları olduğunu farkettim o anda. Ve o an benim son uçma denemem olmuştu ot üzerinden.

Dükkanımızdaki güzelliğe geri dönelim. Gözlerden başlamak en mantıklısı. Bütün esansın özü gözlerdedir zira. Uzaktan bakınca Gözlerinden akan sütlü kahve şelalesini görebiliyordum. Yanından bakacak olursam heralde bir jakuzi dolusu kahve çekirdekli aromalı nescafede kendimi kaybedecektim. Saçlarının solgun bir sarılığa sahip olması neyin nesiydi acaba. Ne sipariş ettiğini görmek için masasına baktım. Beyaz çikolatalı mocha almıştı. Biraz şaşırdım. Bu tercih genelde hafif obes, kibirli gençler tarafından tercih edilirdi. Tezlerimin altüst olmasını pek umursamam. Ne kadar çok teziniz çürütülürse o kadar az bilimsel olursunuz diye bir şey yok sonuçta. Yine kızın gözlerine kilitlenmiştim. Bir an için kasaya doğru baktı ve göz göze gelmiştik. Bakışlar tam onikiden beni vuruyordu. Nazenin bir gül yaprağı gibi havalanan elini bana doğru sallıyordu. Tanıdıkmıydık acaba diye düşünmeye kalmadan benim burada çalışan bir garson olduğumu farkettim. Muhtemelen birşeyler istemek için garsonu çağırıyordu. Beni değil elbette. Koşar adımlarla maratona katıldım. Kahve desenli masaların arasından bir dansöz kıvraklığıyla sıyrılıp bir anda kızın masasında buldum kendimi. Biraz nefis alışlarım hızlanmıştı. Sakin nefes almaya çalışıyordum ama burnum bir at burnu gibi açılıp kapanıyordu.

“kahve draje alabilir miyim acaba”

“Dudaklarınız için çok uygun bir seçim hanımefendi, hemen geliyor. Zira o dudaklarınızın koyuluğunda eriyen bir çikolata parçası ve içinden çıkacak kahve çekirdeği kadar etkileyeci bir şey olamaz” demek isterdim. Ama sadece “hemen geliyor” demekle yetindim. Bazı kadınlar ürkütmeye gelmeyecek kadar güzeldir. Ve siz malubiyeti baştan kabul etmişsinizdir. Onunla bir aşk yaşayamazsınız. Onun sadee orda oturmasına hatta başka erkeklerle konuşurkan etrafa yaydığı tebessüm gazına tahammül etmekten çok zevk almaya bakarsınız. Çünkü bilirsiniz o size göre değildir. Ama benim felsefemde böyle bir şey yok tabi. Elbet bir gün bu kızı da kendime hayran bırakabilirim. Sadece uygun zamanı kollamalıyım.

Drajeleri almaya giderken aklımdan aşk mektupları şiirleri geçiyordu. Romantik çağın bütün özelliklerini üzerinde taşıyan sanal bir şövalye gibi erkeksi hissetmiştim kendimi birden. Bu kahe dükkanım benim kalem olmalıydı. Ben serenadıma ve mektubuma şu sözlerle başlamalıyım

“60mışlardan çıkma hippimsi güzellik. Saçlarınızın solgunluğu o dönemi anlattan filmler kadar renkli aslında. Kızıla çalan saçlarınızın uçlarında benim küllerimi görmek istemiyorsanız 24 saat içinde bana aşkınızı nakit olarak getirin. Binlik kalpler içerisinde de koyabilirsiniz. Kokunuzu uzaktan bile duyabiliyorum ve karanfilli kahve yapımına ilham verecek bir mucit gibi size kollarımı açmak isterdim. Bir şiir gibi akmak isterdim saçlarınızın arasından. Bit bile olmaya razıydım saçlarında dolaşan. O müthiş esans kokusundan bir parça olan saçlarınızın arasında boğulabilirdim o vakit. Kanınızdan beslenirdim romantik vampirler gibi. Drajenizi isterken Kalın çerçeveli gözlüklerinizden üzerinizden baktınız ya hani, dünyanın bütün karları eriyip küresel ısınmaya katkıda bulundu. Bu sebebepten aslında dünya sağlığı için zararlısınız. Ama olsun ben sizi böyle sevdim.”

Sora birden kendimi toparladım. Eğer yeterince animasyon seyretmiş bir insansanız ve çocukluğunuzda annenizle beraber çok fazla türk sineması izleseydiniz sosyal bir vakasınız demektir. Aşk mektubu nerden çıktı anlamadım. Bir erkeğin bir kıza kendini en ezik şekilde ifade etme aracı: aşk mektubu. Adının aşk soyadının mektubu olduğu birşeyden medet ummanız aslında ne kadar çaresiz olduğunuzu gösterir. Tespitler tespit edilemeyen şeyler içindir.

 Eğitim hayatım boyunca hocalar bana sınıflandırmayı öğretti. Herşey sınıflandırmayla gidiyordu, Afrika kökenli kahveler, yada renklerine göre kahveler ya da sakkoroz oranına göre kahveler diye tasnifler yapılabilrdi. Evrendeki her nesne insanlar tarafından sınıflandırmaya mahkum edilmekteydi. Baklagiller, memeliler, gözlüklüler, işsizler… Hepsi birer sınıflandırma. Sınıflandırma dışında bir şeyler kalırsa, onun için de bir sınıflandırma bulunurdu hemen. Dışarda kalan herşey ya ölmeliydi ya da istisna kabul edilmeliydi. Ben de bu güzel kızı hiçbir sınıfa koyamamıştım. Geçen haftaki kızdan çok farklıydı. Dün gelen kızıysa az şekerli kahve seven ikizler burcu kararsız kızlar sınıfna dahil etmiştim. O, hakettiği yeri bulmuştu. Peki ya bu kızı hangi sınıfa koymalıydı bilemiyorum. Biraz daha zaman geçsindi. Şuan bu kızın en yakın olduğu sınıf ilk tekliflere-hayır-diyen-aşırı-kahve-canı-çeksede-starbucksa-gitmeyen sınıfıydı. Ama bazı tutarsızlıklar gösteriyordu ve henüz bir tasnif için hazır değildim.Drajeleri başkasından yollattım. Bazen malubiyet gibi gözüken sadece zafer hazırlığıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder