28 Mart 2012 Çarşamba

dehlizlerde biten ışık

Midemin bulanmasına yol açan şeyin, parça parça olmuş kirli kumaşın arasından süngeri görünen şahin marka taksinin koltuklarına sinmiş leş gibi sigara kokusu mu, yoksa dakikalar sonra karşılaşacağım manzaranın belirsizliğinin verdiği heyecan mı olup olmadığından emin değildim. Neyse neydi. Beni asıl kaygılandıran kusma isteğimin ilerleyen dakikalarda daha da şiddetlenip şiddetlenmeyeceğiydi. Başımın ağrısını bile bastırıyordu bu bulantı. Gözlerimin hemen üzerine konuşlanmış kahrolasıca ağrı otobüsten inip, sis ve zehir gibi bir soğuğun sarmaladığı bu kurak şehirle tanıştığım ilk dakikalardan itibaren oradaydı. Bunun gece boyunca bölük pörçük ve kâbuslarla dolu bir uykunun sonucu olduğu aşikârdı. Ağrının kaynağı meslek hayatımla ilgili kaygılı düşüncelerimin ağırlığı olamazdı; bundan emindim. Çünkü muavinin henüz bavulumu ona teslim ederken, varacağım kasabada beni nelerin beklediğiyle ilgili sarf ettiği acımasız sözlerine karşın, kendime her şeyin üstesinden geleceğime dair inancımı bu kez öncekilerden daha güçlü bir şekilde tekrar hatırlatıp hiçbir olumsuz şey düşünmemeye karar vermiştim. Hemen ardından derin bir nefes alıp başımı uzun yol otobüsünün rahat koltuğuna dayamış ve yola çıkmadan önce yenilediğim mp3 müzik listesinin keyfini çıkarmaya başlamıştım.         

Bundan sonra uykuya dalmış olabileceğimi sanıyorum çünkü şehirlerarası bir otobüste atandığım şehre doğru yolculuk yaptığımın yeniden farkına vardığımda, kulağımda Morrisey’in hüzünlü sesini barındıran ve listede az önce dinlemekte olduğumu hatırladığım parçadan en az 4-5 parça ötede olan o parça yankılanıyordu: I know it’s over.  “I know it’s over, still I cling. I dont know where else I can go. Over… over… over…” İçimde bir gümbürtünün koptuğunu duydum.  Yüreğimden koptuğunu hissettiğim o şey her neyse içimdeki dipsiz kuyuda yalpalaya yalpalaya ilerlerken canımı fazlasıyla yakıyor ve duvarlarına çarparken çıkardığı gürültü kulaklarımı sağır ediyordu. “Kahretsin! Bu şarkıyı bu listeye ekleyenin..!”  Artık çok geçti; uyuyan dev çoktan uyanmıştı. Böyle bir acıyı- ki hiç yabancı değildi; son altı aydır sık sık yokluyordu zaten-  yeniden tattıktan sonra içimin duvarları hala için için harlanırken zihnim bir tür berraklığa kavuşur ve O’nu izlemeye koyulurdu. Her ayrıntısını..: Yüzümü yalımlayan, içimi oyan, dilimin kötürüm kelimeler üretmesine neden olan bakışları; geçmiş karşıma cebrailce konuşurken , zangır zangır titreyen vücudumu örtülmeye  muhtaç kılan ses tonu; arasında sigaranın öpülüp başa konulası bir nimete dönüştüğü uzun parmakları…

“..and it never really began. But in my heart it was so real...” Evet, başlamadan bitmişti; bitmek zorunda kalmıştı. Şu aptal atama! Yıllardır yaşadığım ve artık beni boğuyor diye şikayet edip durduğum şehri cennete dönüştürene kadar ‘Varlık’ı,  nasıl da aptal bir saplantıyla atama haberi beklediğim günleri hatırlıyorum da… Uzun süredir hayalini kurduğum yeni bir şehir, yeni insanlar, yeni yaşantılar hepsi yerin dibine batsındı! Tanrı biliyor atandığım haberini aldığım o ilk dakikadan bu yana hissettiklerimin, hakkında ‘sürgüne gönderilme’ hükmü verilmiş bir mahkumun hissettiklerinden farkı yoktu! Bunu itiraf ederken kendimden, benciliğimden nefret ediyordum: Devletin atama kararının zamanlamasına da, zoraki yaptığım tercihlerimden birinin tutmasına da lanet etmemin tek nedeni, O’nun nefes aldığı şehirden başka bir şehre atanmamdı! Açıkçası Tanrı’nın bana geldiğim şehrin kıymetini bildirmek ve senelerdir oradaki yaşamıma dair sürdürdüğüm şükürsüzlüğümü cezalandırmak için seçtiği bu yol gücüme gidiyordu. “En azından O’nu tanımak için fırsat yaratmasına dair ettiğim dualar kabul olsa…  Ne diyorum ben?!  Bu neyi değiştirirdi ki!“ Düşüncelerimden sıyrılıp yaşlı şahinin ne kadardır yol aldığını öğrenmek için saatime baktığımda saatin 2’yi geçtiğini görüp şaşkına döndüm;

 Aksaray’a geleli 8 saat olmuştu bile! Neredeyse yarım saattir bu külüstürün atmosferini soluyordum; şehir merkezine yarım saat uzaklıkta bir yer… Kim bilir neye benziyordu.  Burada geçireceğim günlerin de bu kadar çabuk geçmesini diledim elimde olmadan ve tüm kalbimle…  Taksimetrenin ne kadar yazdığı umurumda bile değildi, yeter ki şu kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki okula bir an önce varsındı. Az önce değindiğim karmaşık hislerimin ağırlığından ve dokunsalar gözlerimden yaşların boşalmasına neden olacak üzerimdeki şu aptal hassaslıktan olsa gerek, taksi şoförünün kayıtsız, memnuniyetsiz ve aksi surat ifadesini bile üstüme alındığımı hatırlıyorum. En azından gri, sevimsiz, insana güven vermeyen bu şehir hakkında yeni atanan bir öğretmene anlatacak bir şeyleri olmalıydı. Şehrin sınırlarının berisinde var olduğundan şüphe duyduğum güzelliklerinden haberdar ederek beni utandırmalı; içimin bir parçada da olsa rahatlamasını temin edebilirdi mesela. Buna ihtiyacım vardı. Kahretsin, buna ihtiyacım vardı! Bu şehre adım attım atalı karşılaştığım her insandan içten içe,  sudan çıkmış balığa dönmüş perişan halime acıyıp (evet, acıyıp!), yol göstermelerini beklemiş; ağızlarından içimin burukluğuna teselli olacak bir iki çift laf çıkmasını dilerken bulmamış mıydım kendimi?

Kendimden utanıyordum: yetersizliğimden;  artık geride kaldığını bildiğim yaşantıma duyduğum burnumun direğini sızlatan özlemden;  Allah’a beni O’nu görmekten sonsuza dek mahrum ettiği için dillendirilmemiş olan isyanımdan;  bir ara köpekler gibi dilendiğim atama gerçekleştiği halde kalbimde bir sevinç kırıntısı dahi hissedememe nankörlüğünden, hayata karşı hissettiğim bu önü alınamaz öfkeden; bundan sonra artık hiçbir canlıyı sevemeyeceğime dair sarsılmaz inancımdan;  küçük küçük masum çocukların emanet edileceği böyle alçalmış, nefret dolu bir öğretmen olmaktan… Utanıyordum. Soluk sarılı şahin Hasan dağının 4 kilometrelik eteğinin sonundaki son virajı döndüğünde karşılaştığım manzara kendime tekrar  “Ne yapıyorum ben?! ” sorusunu sormama neden oldu.”Napıyorum, napıyorum?!” Ve öğretmencilik oynamaya kararlı bu koca kafalı inatçı kız, onu öğretmenlikten başka daha birçok şeyin beklediği gerçeği ile ilk kez bu kadar somut bir şekilde karşılaşınca nefretinin kalbine sığmayıp taştığını ve tüm vücudunu esir aldığını hissetti. Burdan kurtulmanın bir yolu olmalıydı!
                                             Bilgin










the Blind ( Bitmeyen bir romanın ilk 2 bölümü.2008den)

Saplantılarım var inkâr etmiyorum. Ama gördüklerimin hayal ürünü olduğunu asla düşünmedim. Sadece öyle olmasını umdum. Yoksa yaşayabileceğimi sanmıyorum. İnsanlar benim gördüklerimi görseler bir daha kahkaha atabilirler miydi acaba. Benim gördüklerimi yani bir körün gördüklerini. Hiç düşünmemiştim ki böyle olacağını, ne kadar az düşündüğümü de düşünmemişim zaten. Her neyse sadece yaşadıklarımı kağıda dökeceğim.belki birileri inanır.

Göremiyordum. 13 yaşından beri böyle. Talihsiz bir kaza diyebiliriz. Sadece şaka yapmak isteyen koca göbekli abim altımdaki halıyı çekerek sırt üstü düşmeme neden oldu. Beyinciğim hasar görmüş. Futbol maçında düşerek belden aşağısını felç eden bir adam tanıyorum. Görmesem asla inanmazdım. Bu da öyle bir şey olsa gerek. Basit bir düşme ve hayatım kararıyor. Şimdi 26 yaşındayım. Her şey çok farklı: 13 yıl boyunca ailem bütün doktorlara tedavi yöntemlerine başvurdu.(sonra noldu kodumu çocuğu. Buraya kadar berbatsın. Bakalım daha berbat yazabilecek misin)
ben de kendi yöntemimi buldum: cinler. O yaşlı melun şey yardım etti bana ve hayatımı kâbusa çevirdi. Gecelerim cehennemde gündüzlerim de dünya cehennemindeydi.
işe yarayacağını biliyordum. yani onları çağırdığımda gelecekti ama lanetli bir tane de gelebilirdi. Bu riski göze aldım. Başka çarem yoktu ki. Görmeyi o kadar çok istiyordum ki. Eskiden görebildiğim renkleri tekrar görebilmeyi. Yıldızları seyredebilmeyi. O kadar uzun süre geçmişti ki bu karanlığa gömüleli artık rüyalarım da karanlıktı. Eğitimimi körler okulunda kabartma harfleri okuyarak geçirdim. Sonra da bi ton kabartma kitaplardan oluşan bir kütüphane kurdurttum. Ailem bunu seve seve yaptı. Masraftan kaçınmadılar. Kör bi çocuğu intihar etmekten uzak tutacak ne varsa yapmaya hazırdılar. her türlü kitap vardı kütüphanemde. sadece benim için hazırlanmıştı bu kitaplar. Ben de özellikle mistik kitaplar istemiştim. Metafizik yaratıklardan medet umuyordum. Günlerimi okuyarak geçiriyordum. kimi zamanda başkalarına okutuyordum. Sadece bana kitap okuması için tutulmuş bir hizmetçimiz bile vardı. Ailem varlıklıydı. ama o kadar varlık içerisinde renkleri satın alabilecek bir bedel ödeyemiyorlardı…(bilmem daha ne kadar yazarım bunu)
ben de cin çağırdım. Bu kadar basit. Çoğunuz inanmayacağı bir şey tabi. Ama duymayan yoktur nasıl cin çağrılır. Bazılarının ruh çağırma dediği olay. Fincanı koyar sonrada harflerin üzerinde dönmesini beklersiniz. Pratikte böyledir. Tabi daha farklı yöntemleri de var ama bu en bilineni.
bunun öncesinde yaptığım hazırlık dönemi var. bir haftamı hiçbir şey yemeden sadece 3 bardak suyla geçirdim. Bu bildiğimiz dünyadan kopmamı ve ruhların kapısına yaklaşmamı sağladı. Kimsenin olmadığı nadir gecelerden biriydi final gecesi. Çatı katındaki odamda tam da gece yarısında başladım. Tek başımaydım. Biraz gergindim. Cinlerin insanları ele geçirebileceğini ve çıldırtabileceğini biliyordum. Ya geri gönderemezsem diye korkuyordum. İlk önce birkaç Arapça cümle söyledim ve gelmesini bekledim. Geldi… Önümdeki fincan deli gibi dönüyordu. Yüreğim yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Sonra yazılarla benden ne istediğini sordu. Gözlerimi dedim. “Gözlerin herkesin gördüğünün ötesini de görecek” dedi. O sırada bunu sadece çok sağlıklı gözlere kavuşacakmış gibi algıladım. Ve gitti. Bu kadar basit olduğuna inanamıyordum. Artık gecenin karanlığını görüyordum gördüğüm ilk şey karanlıktı ama olsun. yine de görüyordum.(biraz daha detaylara girmek isterdim ama ne bileyim ayrıntıya girmek istemiyorum.hikaye yazmak aslında sandığımdan zormuş.istediğim sabrı gösteremiyorum.hikayemin bu kadar sıkıcı olacağını tahmin etmemiştim.biryerlerde yanlış yapıyorum.ben gördüğüm yanlış ise özetmiş gibi gitmem.biraz daha detaylara girerek daha inandırıcı kılabilirim.)
Mutluluktan uçuyordum. Kolayca işi halletmiştim. Artık görüyordum renkleri her şeyi. Artık kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu. Hemen kendimi sokağa attım ve koşmaya başladım. Koşmak bir göre değildir bilirsiniz. Artık ben kraldım. Eve geldiğimde çok yorulmuştum ve hemen yatağa daldım.

BÖLÜM II. KABUS

 Ve kâbus başladı. Kızıl demir bir kapının önündeydim. Sıcaklıktan dolayı kızıllaşmış bir kapı. Aslında bildiğimiz demir değildi. Eriyen bir kapıydı bu ama sürekli yenileniyordu. sürekli akan küçük bir şelale düşünün akan su değildi erimiş demir.fark sadece bu.Ve kapının üzerinde bir işaret vardı. Bu işareti tanıyordum. Hayatımın çoğunu kör geçirmeme rağmen tanıdık bir şeyler görebilmek tuhaf hissettirdi beni. Bu işaret bildiğimiz  “v” harfiydi. Acaba roma rakamı mı? Yo, hayır, Bu Arapça “7” rakamı olmalı. Bu kâbus ne kadar da gerçekçi! En ince detayı bile görüyordum. İşaret roma rakamı gibi keskin çizgili değil de kavisliydi. Evet 7ydi bu. Kendimi taş kesilmiş gibi hissediyordum. Bu arada terimin buharlaştığına şahid oluyordum. Ortalık dayanılmaz sıcaktı. Çığlık atmak istiyordum ya da atıyordum da ben duyamıyordum. tok bir ses dört bir yanımı sardı; “ve re el mücrimünel nara fezennü ennehüm müveğıuhe velem yecidu enhe musrife” (günahkarlar ise ateşi görürde,(onun uğultu ve dehşetinden daha onu tatmadan) kendilerinin gerçekten ona düşmüş kimsler olduklarını zannederler; fakat ondan kaçacak bir yer bulamazlar). Ve uyandım. kan ter içinde uyanmadım. Aksine üzerimde hiç ter yoktu çünkü buharlaşıyordu.bir baca gibi duman çıkıyordu üzerimden.neye bulaştım ben böyle… uyanmıştım ama kabusum bitmemişti. Kahvaltıdaydık. Sadece annem vardı masada henüz. hala kör taklidi yapıyordum.
-günaydın volkan,iyi uyudun mu bakalım.odandan sesler geliyordu.rüyanda konuştuğunu ilk defa duyuyorum.
günaydın anne. sadece kötü bir kabus gördüm.
rüya göremediğini sanıyordum
artık değil
içeri abim girdi ve masaya homurdanarak oturdu. gözlerine istemeden baktım o da tam bana bakıyordu. birden bire her şey değişiverdi.ortalık kızıl siyah oldu yine kabusta gibiydim ve ağabeyimin azap çeken bedenini gördüm.suratına bir alev topu gelmişti ve kafa derisi sıyrılıverdi şimdi bir kurukafaydı.yüzünde hiç eti kalmadığı içini sırıtan bir kuru kafaydı bakışlarımı başka yönelttim ve çığlık atmamaya çalıştım.gerçekten zor bir işti ama. Herkesin gözüne baktığımda böyle mi olacaktı acaba. anneminkilere bakmaya cesaret edemiyordum olandan sonra.kaçamak bir bakış attım.yakmadı.bir daha uzunca baktım.hiç bir şey olmadı.annem ona baktığımı fark etti.
oğlum bakışların…sanki görüyor gibi bakıyorsun.
ne diyeceğimi bilemiyordum.söylemeli miydim. Anlatacaklarıma inanmazdı kimse.söylemek zorunda değildim ki zaten.
ışığı görünce gözlerim tepki verir oldu sanki anne
-inanamıyorum.bu, bu büyük bir ilerleme hem de durup dururken oldu.Onca doktorun yapamadğı iş.şükürler olsun.hemen bi doktora gidelim.belki tamamen kavuşursun gözlerine
-sen demedinmi şimdi doktorların yapmadığı diye.madem kendiğilinden oldu,bırakalım devam etsin bu “kendiliğinden” tedavisi.
annem babam o akşam çok mutluydular.bir ışık doğmuştu benim için onlara göre.benimse içim içimi yiyordu sevinçten.ne kadar iyi gördüğümü söylemek isterdim onlara.bilmek en çok onların hakkı.ama dur hele.aradan biraz zaman geçsin.sonra iyice net görüyorum artık derim.
            o gece yine aynı rüyayı gördüm.mutfakta yaşadıklarım aklımdan gitmiyordu.alevlerin ortasında sırıtan bir kuru kafa vardı hep gözlerimin önünde.ve şimdi de aynı rüya…böyle gidecekse nasıl dayanacaktım ki buna.rüyalarımda gittikçe daha da ilerliyordum.ilk baş sadece kapı vardı .kapının açılışı…içerden taşan alevler.girmek istemiyordum oraya. Her uyandığımda tenimin yandğını hissediyordum.üzerimden çıkan buharı görebiliyordum. Kapı aralandğında gördüğüm ilk şey kırbaçlanan bir kadındı.yanan çivilerle ellerinden duvara asılmış bir kadın.ve onu kırbaçlayan yaratık.yüzünü görememiştim.kırbacı dahil bütün bedeni kızıldı.kırbaçı kalındı ve uçlarında dikene benzer büyük çengeller vardı.kadına her vurduğunda ki (kadın oldğundan tam emin değilim.sadece giydği kısa etekten dolayı böyle bir yargıya vardım) kırbacın çekilmesiyle birlikte et parçaları da geliyordu.vücudunun hiçbir yerinde yara izi yoktu ama.sadece kırbacın geldiği yer bıçakla kesilmiş gibi yarılıyor çengellerin geldiği ksımdan da et parçaları kopuyordu.ama kopan etin yerine hemen yenisi geliyordu ve kesik hemen kapanıyordu.yaratığın sırtında da kırbacın ucundaki çengellerden vardı.kollarında bildğimiz siğillerin elma kadar olanlarından vardı. Kadın her kırbacı yediğinde kulakları sağır eden bir çığlık atıyordu. Çığlığı yükseldikçe yükseliyordu ki o esnada uyandım.Bu rüyadan sonra da uyumama kararı aldım.(uyuklarken gelen yaratıklardan bahset) Nasıl olacaktıki bu! İmkansızdı tabiî ki bir insanın uyumaması. Ama mümkün olduğunca az uyumaya çalışıyordum. Bu ara da aileme tatile gitmek istediğimi söylemiştim. Gözlerimin açılması şerefine. Uludağda ormanın içinde bir evde birkaç haftayı tek başıma geçirmek istiyordum.Bu sorunla orda daha rahat baş edebilirm diye düşünmüştüm…Bu arada neden ağabeyimi kurukafa şeklinde gördüğümü keşfetmiştim. Sadece ağabeymi değil, bütün günahkarları böyle görüyordum ben. Ruhu temiz olanlardaysa bir değişiklik yoktu. Ama o kadar çok günahkar vardıki artık gündüzlerim de kabustan farksızdı.işte bu yüzden de bu dağ evini seçmiştim. Ne yapmalıydımki. Aslında hikayenin gersini yazmak istemiyorum.muhtemelen bunları okuyanlar gerçekten yaşdaıklarımın gerçekliğine inanmayacaklar. Ben de inanmazdım. Dağ evinde günleri kitap okuyarak, Allah’a yalvararak geçiriyordum. Beni bu durumdan kurtarması için Yalvarıyorum Allah’a. Kuran okuyunca biraz rahatlıyordum ama gözlerim yorulunca uyuklamya başlıyordum ve yine o görüntüler. Cehenemmde bir seyahetti bu gittikçe dibe doğru iniyordum cehenemde. Gördüklerimin dayanılmazlığı gittikçe artıyordu tabi. Artık heryerde çığlıklar vardı. Asla tahmin edemeyeceğiniz işkenceler. Kendi elleriyle gözlerini oyan insanlar, kenidini parçalayanlar, ateşin içinde tekrar tekrar yanan ama kül olmayan çığlıklar vardı sadece…

Last whisper

Bir sigara yaktım. Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Merak da etmiyordum o kadar. Sigara dumanı gözlerimi acıtmıştı. Gözlerimi kaçırırken dumandan beyaz yastığa dağılmış kızıl saçlar ilişti gözüme. Kızıl saçlar… Şimdi bira-z hatırlıyordum. Bir kafede oturmuş kahve içiyordum bu saatlerde. Yine aynı kızıl saçların parıltısını seyretmekteydim. Uzundu saçları. Uçlarına doğru indikçe saçları kıvrımlı. Ne tür bir kahve içtiğimi hatırlamıyorum. Ama kafenin içindeki oryantal dokuyu hatırlayabiliyorum. Kırmızı renkte alaturka koltukları, oturduğumuz mermer masayı…

Norveç soğuktu cidden… İnsanların ısınmaya ihtiyacı vardı. Bazen bir çeşit sıvı ve bazen bir çeşit katı buna yardımcı olabiliyor. Kızıl saçlarına bir daha baktım. Dışarıda batmakta olan güneşle uyumluydu. Burada zaten her an güneş batıyor gibi bir karanlık vardı gökyüzünde. Biraz da kızıllık… Masada yarım kalmış bardaklara ve içerisindeki kızıllığa ilişti gözüm. Bu sefer de başka bir mekânı hatırladım karanlık ve gürültülü olan. Ellerimizde yine kızıllıklarla dolu hayaller ve gerçekleşmemiş arzular vardı. Dünden beri dikkatsizce şişmanladığımı hissediyorum. En son ne zamandı… En son… En son… Neyse hatırlayamadım.
         Kapalı gözlerin üzerindeki yay gibi gergin kaşlara çevirdim dikkatimi. Kızıllık mı çarpmıştı acaba beni. Yoksa hala kusmadım mı? Bir şeylerden korkunca gelip seni buluyor. Bu odadan mı korkuyordum. Telve kokusu geldi… Burada Türk kahvesi yoktu ki.

İşten dönen kambur adamların karda bıraktığı ayak seslerini avuçlarımda top haline getirmek istiyorum. Camdan bir evim olsun istiyorum bir de sen… Senin kim olduğunu bilmiyorum.
         Sıkılıyorum bugüne kadar yapılmış her şeyden. Sıkılıyorum bugüne kadar yapılmamış her şeyden. Sıkıntım olması gerektiği gibi değil. Benim sıkılmam herhangi bir sorun üzerine kurulmuş değil. İnsanların neden gülmeye ihtiyaç duyduklarını anlıyorum da, neden güldüklerini, neye güldüklerini anlayamıyorum.
         Kışta açan çiçekler de mi olurmuş. Dışarıda esen rüzgârla cama toslayan açık pembe beyaz mor siyah renkteki çiçek parçasına bakarak.
         Gözlerimi yine kızıl saçlara çeviriyorum. Kıvrımları seyrederken yüzüne gidiyor gözlerim. Elimi uzatıp tutuyorum kızıl sakallarından. Dudaklarımı ve kızıllığını bir çalar saat gibi kullanıyorum…