16 Ekim 2011 Pazar

olmamak

merkezimize "olmak" fiilimsisini yerleştirdiğimizde bütün yanılsamalar başlamaktadır. Herşeyi olmak üzerine yerleştirmek demek olmayan birşeyi başlangıç sayıp onun üzerine bütün imgeleri yerleştirmek ve bir bilinçlilik yaratmış olmak iddiasına gitmektir. Fakat olmayışı başlangıca almak üzerine inşa edilen bütün bir binanın da zeminsizliğe uğrayıp "yitik"leşmesi demektir.
   Konuyu bir örenekle açıklayacak olursak, "ben" nesnesisinin nasıl yitikleştiğini göstermeye çalışayım. Bizim, kendimize bakış yaşımız her zaman değiştiği için, bir yaşındayken bir yaşında olan bene bakışımız, sadece o yaşla kısıtlıydı. 33 yaşında biri olarak bene bakışımızsa o zamana kadar edindiğimiz "dış" bilgiler ve iç bilinçlilikle birlikte anılan bir tüy yumağı haline geldi. Ben dediğimizde  tanımladığımız şeyin aslında benle değil çevremzideki ben idrakiyle alakalı bir yapı-tasarım olduğunu söyleyebiliriz. yani bizi tanımlayan şey aslında pasaportumuzdur. biz pasaportumuzu tanımlayamayız. Oysa, bir "identity" olarak pasaportumuzu biz tanımlamalıydık. İşte bu noktada bir yerde "ben" imgelemler arasında "yitik"leşmektir. pasaportumuzdaki uyruk, isim, yaş bilgileri bizi inşaa ederken, bir dış göz de bizi temsil eden kağıta bakıp, sadece oluşan konseptler üzerinden hüküm verme kabiliyetsizliğine sahiptir. ona göre senin pasaporttaki türklüğün, bakan kişinin kendi "yitik"lerine  denk geldiği sürece bir anlam ifade eder. eğer sen bir ispanyolsan, ve pasaportuna bakan kişi ispanyayı sadece bir futbol takımı oyuncusu ve imgelemler ortamı olan internet vasıtasıyla biliyorsa (yani bir ispanyolla içsel tecrübeler yoluyla karşılaşmamışsa) aslında gördüğü şey kendi "yitik" bilincidir. Bakan kişi senin pasaportunu tamamen gerçek olmayan imgelemlerle doldurarak bir "yitik"liğe ulaşır ve onu senin kimliğin addeder.
     Gerçeklik duygusuna ulaşmak isteyen insan arzularına yenik düştüğü için gerçekdışı bir dünya indirgenmiş bir yitiklik kurar. doğuşundan beri elle dokunup, koklamayla başlayan nörotik sistemler üzerine kurulu bir temeli vardır insanın. yani ilk doğan bebek, nöron sistemleri üzerinden ancak nöronlarla ilişki kurduğu dünyaya bağlanır. somut zannettiği dokunma hissi bebeğin dokunmaya karşı güven kazanmasını sağlar. ardından diğer bir duyu olan koklama ve tatmayla çevresinin hissettiği için,ileride yetişkin hale gelen insan bir şeyi gerçek olarak tanımlayacaksa önce nöron sistemlerine güvenir. Fakat basit bir insanın nöron sistemi ne kadar güvenilirdir ve neden nöron sistemlerimizden vize alan şeyler gerçek kabul edilir? İnsanın temelde yaşadığı problemlerden biri de budur.
   Günümüzde gerçekliğin bu kadar tartışılır olma sebebi gerçekliğin eksikliği değil çokluğudur. o kadar çok gerçeklikle sarmalanmış bir dünyada gerçek olmayanı bulmak zorluğuyla karşılaşan insan soruları yine nöron sistemleri ve sitematik hale getirilmiş "yitik" arşivleriyle bulmaya çalışır. inanış ve felsefe yitiklikleriyle boğuşmaktansa hiçbir yerden referans almadan konuşan, ve hiçbir kaynağa başvurmadan mantığını kullanan Foucault, Baudrillard, Sassurre gibi isimler gerçeklik yitikliğini aramışlar ve dünyanın yitikliğini tartışmışlardır. İslam anlayışı içerisinde dünyayı bir yere oturtmaya kalkarsak da bu yazının ebatları inanılmaz artacağından sadece "dünya" kelimesinin kökünün "dyn" den geldiğini söylemek bir ip ucu niteliği taşıyacaktır. "dyn" edna, pek yakın, aynı zamanda en aşağı manasına gelir. bize bu kadar yakın olma sebebi fiziksel nöronlarımızdan başka bir şey değildir. bir pc oyununda bir karakteri yönlendirebilir onu zıplatıp koşturabiliriz, çünkü bu sanal dünyayla tuşlar vasıtasıyla ilişki kurabiliriz. ama pc oyununa dış bir dünyadan bakma lüksümüz vardır. karakterse oyunun içinde oldugunu fark edemez. insansa dünyanın ne içinde olduğunu farketemez. dünya ona en yakındır. fakat o gerçekliği nispetiyle mi en aşağıdadır?

12 Ekim 2011 Çarşamba

güzelliğinin adı yok bu şehirde, ölüm bu kadar yakışır tebessümüne, seni doğasıya seviyorum demişti bir şair.işte ben de öyle seviyorum seni doğasıya. tebessümüne gömülmek, gül reçeli havuzunda kana kana reçel içerken boğulmak gibi, ya da ağız dolusu çikolatayı yerken genzinin yanması gibi. Her kar tanesinde ödünç almak gibi dakikaları saat kulesinden. ve bir avuç saniyeyi saçmak senelere...evet doğru söylemişler; seni doğasıya seviyorum. bu dünyada tekrar yaşamak pahasına, herşeyi en başa sarmak, ayakkabısı su geçiren çocukluğumu tekrar hissetmek pahasına seviyorum seni.itiş kakış dolu ve körüklü bir otobüste bakışlarınla tekrar sendelemek pahasına diyorum. anlıyor musun beni? yoksa üç aylık ömrüm kaldı. doktorlar çok yaşamaz dedi.sen sonbaharın bütün motiflerini üzerinde taşıyabiliyorsun. yağmurlar silüetini çiziyor gökyüzüne,düşen solgun yapraklar mı yoksa saçının tellerimi bilemiyorum. o ince çizgi hayal,gerçek ve mazi arasında, birleşip girdaplar oluyor her fikrin başlangıcı gibi. fırıldağımı çevirip uzun uzun izliyorum. saatler geçiyor izliyorum, aylar geçiyor izliyorum, hep düşsün diye bekliyorum. durmuyor da durmuyor. ama ben hala düşmesini bekliyorum. bildiğim bir kaç türkü var, yıllardır mırıldandığım, artık şarkılar. hep gözlerin yaptırıyor bunu bana. sonbaharın rüzgarı da var sende. henüz solmamış çiçeklerin kokusu gibi esiyorsun. gökyüzün mavisini giymiş yağmurlar arasında, boyununu, rüzgara karşı koyamayan dallar gibi geriye bükmüş duruyorken, nasıl sevmemeliyim seni diye düşünüyorum. maviyi giymek,bir hüzün huzmesinden havai fişek gösterisi seyretmek gibi.
normal insanlar gibi sevemediğim için dışlanmak, ya da hiç fırsat verilmemiş olmak duygusu bir eziklik kulesi inşaa ediyor gök yüzüne tıpki babil gibi.seni seviyorum seni seviyorum, seniseviyorum, sen is evi your umm... anlamanı yitiriyor her tekerrürde kelimler, telaffuzu zorlaşıyor. ama sen bilmiyorsun bilmiyorsun, bil-mi yor sun shine. seni seviyorum ve sen bilmiyorsun ne demek istediğimi. ve bunu sana anlatabilmek iiçin kullanacağım bütün kelimlere uzaya fırlatılan bir roketin içinde gitti.eğer bu yazımı ıssız bir adaya düşmüş ugandalı bir cumhur başkanı bulup okumazssa, seni sevdiğimi bilemeyeceksin

10 Ekim 2011 Pazartesi

senin olmadığın her sokak, sen varmış taklidi yapıyor

senin olmadığın her sokak, sen varmış taklidi yapıyor
düşman bir g.t şehiri
ancak ginsbergler ziyaret eder,
bir zamanlar sen varsın diye yazdığım şiirlerimi
şimdi sen yoksun diye yazıyorum,
ve buna trajedi diyor bazı komedyenler
köpek olmak kolaydır,
ameros peros olmak zor.
içtiğim black kadar güzel olmanı dilerim
seni her yakışımda karanfiller kokuyor burda

sansür

si..........tir git diye bırak bağırmayı, yazarken bile noktalar kullanıyorum