Sol kanattan topu ortalmıştı Tıfi. Top havada süzülürken beynim hızla çalışmaya başladı. Topun gelişini hesapladım, havada bekletmeden vurmalıydım çünkü arkamdan iki defans oyuncusu koşturuyordu. Kaybedecek vakit yoktu, bu takımın forveti olarak bu golü yazmalıydım, üzerimdeki gözleri hissedemiyordum. Çünkü şu an beyni ve bedenim aksiyon halindeydi, birşeyi iki kez düşünecek kadar vaktim yoktu. Top tam beklediğim açıyla geldi ve sol ayağımla iyice bir gömdüm topa. Belki de vurmanın şiddetiyle top muz şeklini almıştı ve ben farkında değildim, herşey anlık oluyordu futbolda. Hayatla futbolun benzer yönleri bir rock starının yüzündeki kıl oaranı kadar fazlaydı. top kalenin köşesine doğru yollanmıştı fakat kaleci Kazo da oraya doğru yönelmişti bile. Elleri topa uzandı uzanacak. Parmaklarının topa değdiğini görüyordum ki fıışşt diye bir ses çıkarıp gevşek ağlarla oynaşmaya başladı top. İşte buydu, gol olmuştu. Hayatta çekebileceğiniz şutların sayısı,halı sahada çekeceğiniz şutların sayısından az olduğu için futbol daha az zevkliydi. Gol olması önemliydi tabi ama gol olmaması bir sonraki fırsatı sabırsızlıkla beklememe sebeb olacaktı. Elbette attığım goller bir tepsi baklava getiriside bulunacaktı bana. Takım arkadaşlarım, ilkel yağmur dansı motiflerini aratmayacak figürler ve çığlıklarla beni kutluyordu. Aynı dili konuşmasak da "wuha, huuuhuu" seslerinin ne manaya geldiğini anlayabiliyordum. Fıstıklı baklava kadar sevilecek birşey varsa o da gece yatmadan önce yenilen fıstıklı baklavadır. Maçın bitmesine 11 dakika var ve biz 9 gol attık. Karşı takım bütün enerjilerini harcamasına rağmen 7 gol atabildi. Halısaha maçlarının çim saha maçlardan farkı sadece yeşilliğin suniliği değildir. Fazla gol fazla heyecan getirir. Fakat Bir kaç seyirciden başka bizi seyreden yoktu. Buda attığım şahane golün biraz da boşuna gittiğini düşündürdü bana. Kendi sahama doğru,kaleler fethetmiş bir kral kadar edalı koşarken aklıma Chriss Cornell'in "call me your dog şarkısı" geldi. Fakat onun sözlerini tam bilmediğim için cover yaptığı "Billie Jean" şarkısını söylemek zorunda kaldım. Kapıcı Atıf abi gereksiz sırıtışıyla vücut dilinde beni selamlıyordu. Kalemizin müdavimi Ramo (Ramiz abi) bugün eşiyle sinemaya gittiği için bizim apartmanın kapıcısını kaleye sokmak zorunda kaldık. Malumdurki, ikisi de benzer iştir zaten. Beklemek insanlara kitaplardan daha fazla şey öğretebildiği zaman bu dünya hippilerden de kurtulacaktır.
Karşı taraf hızla atağa başlamıştı, Benim bulunuğum kanattan yardırıyordu Ono (Onur) yedikleri golün hırsıyla. Birden kendimi ikili mücadelede buldum. Omuz omuza bizim kaleye doğru hızla gidiyorduk ve neredeyse defans çizgisine gelmiştik bile. Sert bir omuzla yokladım Ono'yu. Ufak tefe olmasına rağmen çiviyle yere sabitlenmiş bir masa kadar direnç gösterip omzumu geri ittirdi. Anlımdan akan bir ter damlası kirpiklerimin filtrelemesi arasına girip gözümün ıslanmasını engellemişti.Belki de halı sahalarda oynaması yasaklanmasıydı böyle tiplerin. Bu kadar hayvani oynarken kendimi boks ringinde hissediyordum ve bütün spotlar üzerimdeydi sanki.Birşeyler yapıp onu durdurmalıydım, tam topu ayağından biraz açtığı sırada ayağımı uzattım fakat Ono ilerleyen teknoloji kadar hızlıydı ve ona bu yüzden japon ismini andıran bir kısaltma vermiştik. Ani bir manevrayla topun yönünü değiştirdi ve aramızdaki mesafinin açılmasını sağladı. Ben hemen toparlanıp bir savunma çabasına daha girmeye çalıştım fakat sevgili yağ hücrelerim beni yavaşlatıyordu. Şutu çekmek için topu sol açığa aldı ve ayağını havaya kaldırdı. Olamaz topa vurmasına izin veremezdim. Son kalan güzümle kayarak kendimi topun önüne attım. Ama o da nesi, Bir kez daha şaşırtma verip, topu geriye doğru çekti. Dünyanın en büyük sazanından da sazanlık yaparak atmıştım kendimi yere ve içime bir kabızlık hali oturdu sinirimden. Ono beni egale etmiş ve defans çizgisinden içeri süzülmüştü, Kaleyle arasında Atıf'tan başka kimse yoktu ve Atıf'ın bu golü içeri buyur edeceğinden emindim. İşte böyleydi senaryo. Giden topun arkasından bakmaktan başka yapacak birşey yoktu ve golü yedikten sonra Atıfa sinirleneip bağıracaktık. Ono topa öyle bir abandiki, gümbürdeme sesi binaların camlarını yerle bir edebilirdi. Saha kenarında bizi izleyen Ezgi'inin "hadi bastır" sesini duydum. Söz konusu sex olunca insanlar futbola bile ayrı bir ilgi duyuyor. Ezgi, Ono'nun bir kaç aylık sevgilisiydi ve Ono nereye gitse onu da yanında götürüyordu. Ono'nun şu an askere gitmesi gerekse, sevgilisini de kışlaya götüreceğinden endişeleniyordum. Top hızla kaleye doğru gidiyordu. İşte burda oyunu durdrmak istedim. Hemen stop tuşuna bastım ve ardından "rewind" tuşuyla oyunu geri sardım, ayağımı uzattığım kısma kadar geri sardım oyunu.
Kaldığımız kısımdan yeniden devam ediyorduk, ben yine aynı şekilde ayağımı uzatmıştım, Ono'da aynı şekilde çekmişti topu. Bu sefer son kalan gücümle topa kaymayakcaktım. Ono topa gerilir gibi yaptı ama bu sefer fake vereceğini biliyordum ve defansa koşmaya başladımki o da nesi. Topa güm diye gömmüştü Ono. Lanet olsun bu sefer de kendimi kandırmıştım ve kabahatı artık Atırfta bulamayacaktım. Ono'nun önünü boş bırakmıştım. Ne kadar geri sararsanız sarın olacaklar yine sizi bulacaktır. Top şimşek hızıyla kaleye ulaştı ve üst direğe çarptı. Rahat bir nefes almayla koşma arasında kalmıştım. Direkten dönen topu uzaklşatırmak zorundaydım. Atıf'ın şu an topu görebildiğinden emin değildim. Top, havada biraz asılı kalmıştı ve tam roveşeta çakmaya hazırlanıyordum ki yanımda bir varlığın rüzgarını hissettim. Bu Ono gerçekten çok hızlıydı ve topa kafayla çıkmıştı bende röveşataya kalktım fakat geçiktiğimin farkındaydım, Ono Kafasıyla topu kaleciye uzak olan kısma bırakivermişti nazikçe. O kadar şiddetin ve terin ardından bu 19.yy'dan çıkma soylu da kimdi diye sorardı insan. Hea, Aşktı, show time'dı. Akınca ezgiye hava atıyordu ve bu konumdaki figuran da ben oluyordum. Beni ezmiş geçmiş ve üzerime bayrağını dikmişti. Artık otağımı toplayıp batıya doğru göç etmenin vakti gelmişti.
Golü yemiştik ve herkes bana yüklenmişti adamı bıraktığım için. Süt tankeri dökmüş kedi kadar masum bir pozisyonda ve fakat isyankar bir tavırla "abi siz de hiç geri gelmiyosunuzki" diyip klasik bir cevapla sıvışmaya çalıştım. Olsundu. geriye 9 dakika kalmıştı ve bir farkla biz öndeydik. Atıf'a yüklendim. Onu azarlayarak kaleden çıkartıp yerine ben geçtim. Atak yönü yüksek olan bir oyuncu kaleci stratejilerine aşina olmalıdır. Yoksa gol üretkenliği yunanıstan banklarının vahim durumuna düşebilir. Şimdi de aklıma Metallica'nın "So what" şarkısı geldi ve dilime dolanması kolay olmuştu böyle basit sözlü bir şarkının. Bütün oyuncular kaleye geçişimi biraz taktir biraz da kibirle izliyordu bende onlara "so fucking what" diye karşılık veriyordum içimden.
Eğer kendinizi don Kişot kadar bilge bir şovalye hissediyorsanız ve Afirka kıtasına hükmedecek bir kaleciyseniz bir gün size bir arabanın çarpmasından korkun. Çünkü filmi ne kadar geri sarsakta gideceği son aynı. Ono baklavayı yemese de olurdu zaten bu bireysellikle bir takım kutlması yaptığı düşünülemezdi. O çıkışta sevgilisini arabasına atıp gidecekti kazansada. Şimdi atlı kahraman Ono zaferini kazanmış ve göz doldurucu golünü atmıştı. Aynı golü tekrar atabileceğini sanmıyordum bu zafer havasında. Onun için artık rahattık. Tek iş savunmaya kalmıştı ve ben kaledeydim. Kalecilik son derece empati yapmayı gerektiren bir meslekti ve sadece bunu farkında olanlar başarılı kalecilerdiler. Bazen satranç maçı gibi çekişmeli olurdu penaltı çekişmeleri.
Neyse, bir atak daha başlatmıştık ve oyuncular iyi organize olmuştu. Kısa bir paslaşmanın arasına giren Ono, topu kapıp yine kontra atağa çıktı hızla.Biz yine gafil avlanmıştık. Defans çizgimiz içindeki tek oyuncu bendim ve bu sefer kaleci bendim. Hemen ileri doğru açılmaya başladım. Ono bunu farketmişti ve emindimki basit bir aşırtma gol deneyecekti. hemen kendimi geri çektim. Bu sefer ben ona fake vermiştim ve bu onu yavaşlatmıştı. Yine de göbekli defans oyuncularımız hızına yetişemiyordu. Defans oyuncularından biri yeni memurluğa atanmıştı. Önünde oluşan dağ yığınını bir kaç yıl sonra fark edip çeşitli eritme yolları deneyecekti. Fakat başarısız olacağı kesindi. Ono tekrar hızını alıp defansa sokuldu iyice, ne zaman füzesini bu tarafa doğru güdümleyeceğini merak ediyordum doğrusu. Sende füze varsa bende kalkan var dercesine kartal gibi açmıştım kanatlarımı. alabildiğine kaplamaya çalışıyordum vücudumla kaleyi. Kendimi biraz sağ direğe doğru çektim. Bu yemi yiyeceğinden emindim. Kolay bir gol istiyordu ve açık verdiğim köşeye doğru atacaktı. normalde böyle olurdu. Ama Ono bu, bi an için kaleye baktı ve gözlerini görebildim. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış ve topu ateşlemişti bile kapattım köşeye doğrı çekebileceğini düşündüm. Bi yandan boş bıraktığım köşeye doğru uzanırken, ayağımı da kapattığım köşeye uzatmayı ihmal etmedim. Evet, Ono beni okumuştu ve kapattığım köşeye geldi şut. Neyseki uzattığım ayağıma çarparak dışarı doğru sekti. Hemen ayağa kalkıp Ono'nun gözlerine bakmaya çalıştım. gözlerini göremiyordum çünkü üzülüp dövülmekle meşguldü. Zaferi ben kazanmıştım bu sefer fakat savunma yapan insanların zaferleri geç belli olur. Afganistan'da da böyle olmuştu. Ruslar bütün şutlarını çekmişti afganistanda. Sultan vadisindeki çatışmalar gibi çarpışmıştım karşı takımla. Bu maç bir gerilla savaşına dönmüştüm ve Ono, en az Breznev kadar hayalkırıklığı yaşamaktaydı.
Topunuzla tüfeğinizle gelin diye bağırdım. Sonra toparlayıp, "tamam sadece topunuzla gelin" diye pustum kaleye.
Birkaç karşılıklı önemsiz ataktan sonra, maç bitmişti ve baklavacının yolunu tutmuştuk. Zafer Navoja Kabilesinindi. İroqilerin tomahawkları kadar etkili gollerimle kazanmıştık mücadeleyi. Ömrümün en iyi 9 dakikalık savunmasında bir Cezayir tarihi yazmıştım. Kaliteli bi dükkandan alırız baklavaları diye tutturmuştuk. Zafer puştluğu çökümüştü üstümüze. Laf sokmalar, hakaretler, ince espiriler,püfff. Psikolojik olarak da çökertiyorduk rakipleri artık sahayı bırakmış olsak da. Bu iş masa da bitecekti.
Lüks bi yer gibi gözüken baklavıcıya bir grup eşofmanlı, şortlu, kramponlu adam girmişti. Bu beyaz adamın kara kıtayı keşfetmesi kadar şaşırtıcı olmasa gerek.
Hangi tür baklava alınsın, fıstıklısımı olsun çikolatasımı olsun derken gözüm masalardan birindeki afet-i devrana takıldı. O da neydi öyle. O da neydi öyle. O da neydi öyle. Ya da Neydi o öyle. Ohhhh ve aaa. yani oha. gökkuşağı gibi salınan altın renkli saçlarının ardından bütün okyonus renkli buzulları eritebilecek gözleriyle bir dolunay prototipi masada oturuyordu tek başına. İlk baş buna pek anlam veremedim. Yani hangi nedenle dünyamızı ziyaret etmekte olan bir huriye refaket edilemezdi anlamıyorum. Hemen 35 mm lik bir kamera afeti devranın etrafında 360 derrece dönüp hızla gözlerine zoom yaptı. Orda çekim hızı biraz yavaşlatılıp arka plana bir slow soundtrack yerleşti ve kıza aşık olma sahnesi tamamdı. KESTİK. "hocam bu sahne olmadı, yenden çekelim, bidaha çekelim, sabaha kadar çekelim". Yönetmen beni dinlemedi. Bu sahne onun için yeterliydi. Baban, Kudüs yakınlarında haydutça kurulmuş piç bir ülkeden olsa bile senin doğmana katkıda bulunduğu için imtiyazlı statüdedir benim elçiliğimde güzelim. "yok olup gitsemde, sonumu görsem, ölümü tatsam da yenilmem yinede bebeğim". "senin için bütün ZAFERLERİM", böyle diyordu galiba tam olarak şair. Belki o da bu şarkı sözlerini bu baklavacıda yazmıştı. Neyse sektir at topu çantana. Bütün savaşların senin için olduğunu mu sanıyorsun güzelim. yanılıyorsun. Benim burda yenilmem tarihi değiştirmeyecek. Sen yenilmeye mahkumsun. sen hainsin, sen, sen çok güzelsin. Keşke yansımanı ve saçına dolaşan molekkülerin koleksiyonundan oluşan bir galeri açabilseydim. Kaybetmiştim. Kaybettiğim için hiç bu kadar mutlu değildim.arkadaşlar paketi hazırlattı ve dışarı çıktık. Kaybetmiştim... Gorbaçov göbekli bush sıfatlı bir adam, hakem düdüğü gibi öttürmüştü beni bakışlarıyla. Misafir huri yalnız değildi. Ve bütün yeşil çam filmlerinden daha da yeşil bir şekilde gençlik hayallerimle oynadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder