Bir filmde görmüştüm. Esas kız
sokakta orda burada karşılaştığı toza çamura bulanmış, yan yatmış ya da ters
dönmüş, teki kayıp ayakkabıları fotoğraflıyor ve onlardan bir fotoğraf albümü
oluşturuyordu. Farklı statü, yaş ve cinsiyetteki insanlara ait çeşit çeşit, eşi
kayıp ayakkabı ve bunların kızın derin yalnızlık ve çaresizliğini sembolize
edişi… Düşünüyorum da; yalnızlık ve melankoli dışında hiçbir şeyin insanın
dikkatini bu tür ince detaylara çevirmesini ve kendisini bir kayıp ayakkabıyla!
özdeşleştirmesini sağlayacak güce sahip olduğunu sanmıyorum.
Bunu anlatmak zor… ; yalnızlığın
nasıl da ilham verici bir güç olduğunu… Her ne kadar şu an benim için
yalnızlık, efsanevi rock müzisyenlerinin hayat hikayelerini okuyup okuyup,
onlara, şirkli ömür ve melankolilerine aşık olmak; sefalet içinde kıvranan
ilkokul ve esrar çekip satışını yapan lise öğrencilerimin durumlarını kendime,
kalemime işkence diye belletmek veyahut romantik filmler izleyip sonunda
gözyaşlarına boğulduğum histerik kahkahalar atmak demek olsa da biliyorum ki
yalnızlığın bir insana olumlu anlamda yaptırabilecekleri de küçümsenemeyecek
düzeyde. İlk aklıma gelen ve aslında bu yazıda bahsetmek istediğim, yalnızlığın
kimilerine; anneliğin bir kadına kazandırabileceğinden çok daha yoğun bir
hassasiyet ve duygusallık kazandırma gücü. Bunu nerden biliyorum dimi? Elbette
ki bilmiyorum; fakat milyarlarca anneyi haizken sevgili dünyamız neden hala,
düştüğü bok çukurundan başını bile kaldıramıyor o halde? Ayrıca okulumda 5
yıldır anne olan 3 öğretmeni 3 aydır tanıma imkanına sahibim; hiç olmazsa onlar
bu tezimi çürütebilirlerdi. Ben tam aksine, daha insan gibi insan olma güdüsünü
tetikleyen gücün ‘yalnızlık’ olduğu ve örneğin Afrika gibi sefaletin kol
gezdiği bölgelere gönüllü olarak çalışmaya gidenlerin çoğunluğunun artlarında
bıraktıkları evlerinde onları bekleyenlerinin olmadığı tayfadan olduğunu
düşünüyorum.
Bazen kendime insanların bana neden
bu kadar çabuk açılıp sırlarını döktüklerini sorduğumda aldığım cevap ‘Yalnız
olduğun için’dir olur; ‘Yalnız olmanın seni başkalarının dertlerine,
ıstıraplarına daha duyarlı kıldığını onlara açık verdiğin için…’ Şöyle
düşünüyorum: Eşleri, sevgilileri ya da çocukları olan insanlar kendilerine her
anlamda (özellikle tefekkür anlamında) ayırdıkları zamanı ikiye-üçe-dörde vs.
bölmek zorunda kalır ki bu çoğu şeye takat bırakmayan bir şeydir. Bir de
çocukları olanlar fazla korumacıdırlar. Nişanlı evli olup da henüz çocuğu
olmayanlar ise korumacı kişilikler olmaya adaydırlar; nasılsa çocukları
olacaktır. O nedenle kimi acı gerçekleri duymak dahi istemez, duysa da ilerde
çocuğunun da aynı kirli dünyada yaşayacağı düşüncesine bile katlanmak hiç kolay
olmadığından bu gerçekleri göz ardı ederler. ‘Kalabalık insan’lardır bunlar.
Fakat yalnız olan insanın tefekkür etmeye de, ‘kalabalık bir insan’ nın önemsiz
gördüğü detaylara, gözünü kapattığı uç gerçeklere de kafa yormaya da fazlaca
vakti olur. Çünkü düşünmeleri, ilgilenmeleri ve sorumluklarını paylaşmaları
gereken ikinci bir şahısları daha -ne yapsınlar ki- yoktur. Her yalnız insan
için bu tür genellemeler yapmak doğru olmuyor elbette; en azından benim için bu
böyle diyelim...
Yıllarca yalnız olduğumu saklama
gereği duymadım. Ergenlik yaşlarından bulunduğum yaşa kadar bir erkek
arkadaşımın olmadığını öğrenenlerin şaşkın ve inanmaz surat ifadelerini izleyip
izleyip (özellikle daha bilinçli olduğum 20li yaşlarımdan itibaren) içimden bu
insanların modern kafa yapılarıyla eğlenmek hoşuma gittiği için bunu gizleme
gereği duymuyordum. Bir diğer nedeni de
“Yaşıtların evlenip çoluk çocuk sahibi bile oldu; senin yaşın da çoktan
geldi. Yalnızlık Allah’a mahsus kızım, oğlum! ” diye direten ortak toplum
diline –ki koparasım var o dili- kanan, tüm derdi tasası yalnızlaşma illetinden
güvende olmak olduğu için beraberlik yaşayan (daha da kötüsü evlilik yapan)
zavallı gençliğin kapıldığı akıma inat gitmekten gurur duyduğumu hem kendime
hem de etrafıma ilan etmek içindi. Ne yapayım çoktandır önyargılı bir biçimde
insanların yüzde sekseninden fazlasını, aşkın değil yalnızlıktan emin olduğunu
bilme hissinin bir arada tuttuğuna dair bir inanca sahibim ve bunu aşamıyorum.
Hem kim eski zamanlarda istisna olan zehirli ilişkilerin çağımızda damlaya
damlaya kaide gölünü kirletmediğine şahit olmadığını söyleyebilir ki? Merak etmeyin; dolgun bir maaş, ev ve araba
üç bilinmeyenli denklemini çözmeyi yalnızlık labirentinden kurtulmanın en
kestirme yolu belleyip münasip talip havalarında ortalıkta dolaşarak, yine
‘yalnızlıktan mülteci’ kızlara yem atma metoduyla anne baba eşleşmesini
sağlamış tiplerin her yerde bulunduğu ve bunlardan birinin bir gün gelip de
beni saklandığım yerde bulabileceği yönündeki sevgili paranoyam, onların
kurdukları müşterek hayat müsveddesinden daha acınası değil. Dediğim gibi
endişelenecek bir şey yok: Seyahat dergilerinden kesip topladığım şu yerlerin
fotoğrafları… Bir kız kurusuna dönüşeceğim o günlerde alıp başımı kaçmayı
planladığım yerler oluyor genelde.
Konumuza dönecek olursak… Ancak artık
- yukarıda bahsettiğim yalnızlığımı göstere göstere yaşama lüksünün
aksine- yalnızlığım arttıkça canlılara
yönelik doğru orantılı bir biçimde artan şefkatimi dizginlemenin; ya da daha
doğru ifadeyle bunun ekran kontrastını düşürme vaktinin geldiğini sanıyorum:
‘Yalnız kal ama bunu belli etme… İnsanlara bu kadar aç, onların hayat hikayelerini
dinleyip öğrenmeye bu kadar muhtaç olduğunu ve tüm sorunlarına çare
olabileceğine dair aptal bir inanç taşıdığını en azından onlara hissettirme;
hiçbir şey vaat etme…’
Kanımda dolaşan fazla doz merhametten
övünüyormuşum gibi geliyor değil mi? Ancak gerçek bu değil. Ben yalnızca bu,
daha çok acı veren ve hayatın zevklerinden mahrum eden durumun üstüme
yapışmasının nedenlerinden hiç olmazsa birini sorgulama tasasındayım. Bu, bir
vakit sonra önü alınamayacak hale geleceğine inandığım durumu dizginlenmenin vakti
geldi diyorum, çünkü şahsıma ( bunu niçin ‘Şahsıma’ olduğunun nedenlerini
yukarıda anlatabildim sanıyorum) anlatılması yoluyla öğrendiğim sır
niteliğindeki gerçeklerin manevi yükü fazlasıyla ağır. Evet, esrar çeken ve
satışını yapan öğrencilerimle iyi geçiniyorum. Sırlarını taşımamı istediler;
ben de bu sırrı, bunları bana neden anlattıklarını sorgulaya sorgulaya; ve
yalnızlığımın beraberinde getirdiği insan ve hikaye açlığımı onlara niçin
cömertçe açık ettiğime lanet okuya okuya ( ailelerine ve okul yönetimine karşı
) taşımaya devam ediyorum (Bu noktada: esrar,
attıkları her adıma gizliden gizliye hayranlık duyduğum müzisyenlerimin
yaşamlarının bir parçası ve onların yaşamlarını okuyarak geçirdiğim günlerden
sonra aralarında esrarın da bulunduğu pek çok günahı artık kanıksadım diye mi
öğrencilerimi yadırgamıyor ve ele veremiyorum? Yoksa öğrencilerimin bu
perişanlığının bana aşikar olmasının istenmesinin bir diğer nedeni fırsatım
olsa kapılmaktan imtina etmeyeceğim hayata özenip, onu gizli bir arzuya arzu
etmekten dolayı bir ceza mı? Sorular,
sorular…)
Bir nevi yalnızlığımın getirdiği
duyarlılıkla, aileleri başta olmak üzere tüm toplum bireylerinin gözünde,
eskiyip ilk alındıkları gündeki fiyakalı görünüşü taşımadıkları için
kaybedilişlerinin ya da bir yerde unutulmuşluklarının bir anlam ifade etmediği
ayakkabılardan farksız olan bu gençlerle özdeşleştiriyorum kendimi,
çaresizliğimi, yalnızlığımı... ‘Kalabalık insan’ların fark etmediği önemsiz bir
detayı fark ediyorum. Tıpkı o filmdeki esas kızın yaptığı gibi… Yıllarca,
öğrencilerin yüzlerine dahi gülünmeyeceği, şayet gülünürse onlarla başa
çıkılmayacağı ilkesini kendine prensip edinmiş kalabalık onlarca hocanın bu
sefillikten habersiz geçmiş gitmiş olduğu bir kervan… Neden ben geçerken…?
Dışarıya, yalnızlığının acısını başka insanların acı tatlı hikayelerini
dinleyip, acı olanlarına çözümler üreteceğine dair üstü kapalı mesajlar vererek
dindirebileceğini düşünen bir yolcu ve onun mesajını anlayıp ona çölde bir
seraba koşar gibi koşan hancılar… İşte bu yüzden merhametli olmak hoş değil.
İşte bu yüzden yalnız kalmak… ‘Yalnızlığın seni duyarlı yapar’. Ama o kadar… O
kadar işte… Sonuç? Sonuç şudur: Kendisine koşulan, bir seraptır; seraptır
sonuçta… Gerçek ihtiyaçları karşılayamaz; susuzluğunu gideremez ona koşanların.
Yazının başından beri yalnızlığın insana kattığı erdemlerden gibi gösterip,
kendimde de mevcut bulunduğunu savunduğum duyarlılık, merhamet, şefkat gibi
duyguları hissetmekle, bunları Afrika’ya gidecek kadar hissetmek arasında fark
olduğunu söylemedim hiç değil mi? Bana kalan mı?: Eskisinden daha koyu bir
karanlık…
By Bilgin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder